Ogan Güner
Bu söyleşi Roll müzik dergisinin Aralık 1997 sayısında yayımlanmıştır.
Gökalp Baykal, müzisyenliğiyle değil, müzik yazarlığıyla tanınan bir isim. Roll dahil pek çok dergiye yazı yazdı, iki de Bob Dylan kitabı çıkardı. Derken, geçenlerde ilk albümü “Ağustos 1996″ elimize geçti. Bunun üzerine oturduk, Baykal’la müzisyenliği, albümü, yazarlığı üzerinden “kişisel müzik tarihi”ni konuştuk… “Ağustos 1996″ albümüyle ilgili gazetelerde, dergilerde çıkan yazılar, müziğini hep geçmişe dönük bir yerlere oturtmaya çalışıyor…
Gazetelerde Ağustos 1996 için “Eski sound rock’n’roll” diyorlar, çok garibime gidiyor. Sound’un yeni olmadığını ben de biliyorum ama, “eski”den kastın ne olduğunu merak ediyorum.
Sound’un eskiliğinden çok, blues tavrı ve alçak gönüllülüğüyle dikkat çeken bir albüm “Ağustos 1996″.
Bunun fark edilmesi de hoşuma gidiyor. İlla show business olarak yapılması gerekmiyor işin; müziğin sırf müzikten zevk almak için de yapılabildiğinin bir göstergesi. “Ağustos 1996″ boş zamanlarda, rehavet içinde yapılmış bir albüm değil oysa, belli dönemlerde üstünde çok yoğunlaşılan bir çalışmaydı bu. Ama diğer yandan, ben kendimi profesyonel bir müzisyen olarak da görmüyorum. Müziğin illa profesyonel olarak yapılması gerektiğine inanmıyorum. Herkes tarafından yapılabilmeli müzik, en azından ben öyle düşünüyorum.
Albümdeki tek adam tavrı çok bilinçli bir seçim miydi, biraz şartların zorlamasıyla mı böyle oldu?
Hayır, asla değil. “Ağustos 1996″nın tek adam albümü olarak ortaya çıkmasının altında, çevre yetersizliği ve finansman sorunu vardı. Fazla davulcu tanıdığım yoktu, bas gitarcı yoktu. hayal ettiğim, arzu ettiğim, her aletin erbabı tarafından çalınması aslında. Bu boşlukları doldurmak için bilgisayardan destek aldım. Ama sonuçta her yönüyle analog bir albüm bu. Elektronik, gerçek enstrümanları ikame etmek için kullanıldı.
Müzikle yakından ilgilenenler seni daha çok müzik yazarı olarak tanıyor. Müzisyen ve şarkı yazarı yönün pek kimse tarafından bilinmiyor. Kısa bir özet geçsene…
Bir alet çalmaya başlamam üniversitenin ilk yıllarında, yakın zaman önce oldu. Daha doğrusu bana yakın geliyor; yirmi yıl kadar önce… ona buna sorarak gitar çalmaya başladım. Bir süre sonra şarkı yazmaya başlayınca, enstrümantal virtüoziteden çok, şarkı yazarlığına ağırlık vermeye başlıyorsun ister istemez. ’80 ya da ’81 civarında bir grup kurduk. O zaman yaptığımız müzik çok daha sertti. Punk etkisinde bir müzikti. Blues’un üç temel akorunu punk’a yakın bir tarzda çalıyorduk. O zamanlar ortalıkta bize benzeyen başka gruplar vardı. Hareketli bir dönemdi. Farklı alt türler çalan Ra, Aqua, Hardal gibi gruplar vardı. Konserler falan verildi, sonra bıçak gibi kesildi. Askerlik ve hayat şartları ile çizgi bir kesintiye uğradı.
Müzik kesintiye uğrarken de müzik yazarlığı başladı galiba…
Evet, biri biterken diğeri başladı. İlk Bob Dylan kitabı “Bir Şarkı Irmağı” çıktı ortaya. Tarih yazma iddiasında olmayan kitaplarımdan biri. Dergilerde yazılar falan başladı, ama o sırada besteler de devam ediyordu. 1986′da ilk demoyu kaydettik. Niyetimiz bu demoyu bastırmaktı, ama herhangi bir ilgi görmedi. O zamanlardaki endüstrinin çok dışındaydı bizim demo. 4 kanallı bir kayıttı. O zamanlar yeni aletlerdi bunlar. Galata Kulesinin sanatçı soyunma odasında kaydedilmişti. Özkan Turgay, Şükrü Yüksel, Alper Karamahmutoğlu ile birlikte… Sonra yine kitaplar, yazılar… ’90′da diğer Bob Dylan kitabı “Sonsuza Dek Genç” de çıkmıştı. Bu arada yeni yaptığım bir sürü beste, evde yaptığım demo kayıtlar birikmişti. Alper, ben ve Kramp’ın basçısı Nezih, bizim evdeki salonda kayıtlar yaptık. Daha önceden birikmiş diğer kasetlerle birlikte bunları götürüp dinlettik. Herkesin başına gelenler bizim de başımıza geldi: suratına bakmama, bekletme, falan filan…. ama bu sefer bu tavır beni daha da hırslandırdı galiba. Klavye çalmayı öğrendim. Kramp’ın “Püf Püf” albümünde klavye çaldım. Gerçek anlamda elektronik çalışmaları da oldu. Deniz’in dükkanında Dylan Thomas’ın 45′liklerini bulmuştum. Onların üzerine melodiler, ses efektleri yaptım. Charles De Gaulle’ün söylevleri üzerine bilgisayar destekli müzikler yaptım. Bu çalışmalara devam etmek istedim ama bir köşede kaldılar. Hal böyleyken ’96′ya kadar geldik. Bir sene önce sahnede de bilgisayar kullanmaya başlamıştım. Gerçi sahneye çıktığım az oluyordu ama, bir yaz boyunca Kayhan Yavuz’la birlikte Üsküdar’da çaldık. Grup olarak bir midi sürücüsü ve bir klavye kullanarak… ben şarkılarıma güveniyordum, Kayhan sesine. Sonunda “Ağustos 1996″yı oluşturacak kayıtları yaptık. Bunları sağa sola götürdük. İnsanlar müziği tek bir bakış açısıyla değerlendiriyorlar. Kendimi onlarla kıyasladığım için değil ama bu, Leonard Cohen’le Michael Jackson’ı yan yana değerlendirmek gibi bir şey. Müzik şirketlerinin başındaki bir takım adamların, halk adına, dinleyici adına kıstaslar koymaları, “bu dinlenir”, “bu dinlenmez” demeleri kadar saçma bir şey olamaz… “Ağustos 1996″nın kayıtlarıyla müzik şirketlerini dolaşmaya başladığımda, bu sefer belki de yaşımdan dolayı biraz daha iyi karşılandım ama, yine bir sonuç çıkmadı. Sonra Kod Müzik ortaya çıktı ve albüm gerçekleşti.
Albüm yayınlama şansını bu kadar zor yakaladığına ve elinde birçok kayıt olduğuna göre, albüme niye eski şarkılardan yaptığın bir derlemeyi değil de, bu şarkıları koydun?
O dönemde daha haşır neşir olduğum, kendimi yakın hissettiğim şarkıları koydum. Yeni bir albüm olsun, o dönemki kafamı yansıtsın istedim. Mesela “Sevgililer Günü”nü en son yazdım, çünkü albüm 46 dakikayı doldurmuyordu. Üç dakikalık bir boşluk vardı. Bir şeyler tıngırdatırken bu şarkı çıktı. Hızla kaydettik ve albüme koyduk. Diğer şarkıların üstünde çok uğraşıldı, “Sevgililer Günü” ise böyle çıktı, ama en sevdiğim şarkılardan biri. Bunlar tümüyle kurgusal öyküler. Gerçek olay ve kişilerle ilgisi yok.
Elinde bir grupla kotarılmış yeni kayıtlar olduğunu söylemiştin…
Daimi bir grup değil tabii bu. Toplam iki davulcu, iki basçı, üç gitarist, saksofoncu ve geri vokalistin olduğu, bana göre çok kalabalık bir kadroyla bu yaz yaptığım kayıtlar bunlar. Her şeyin canlı çalındığı şarkılar. Yarı yarıya akustik, yarı yarıya grup müziği olacak. Bu kayıtlarda eski şarkılardan da kullandıklarım oldu.
’80′lerin başında müzik yapan gruplarla bugünün standart müziği arasında sence ne gibi farklar var?
Ra, Aqua, Hardal gibi gruplar gerçekten iyi müzikler yapıyorlardı, ama o zamanlar hiç kimse çıkıp bu grupları doğru dürüst eleştirmedi. Bülent Ortaçgil’in bile on yıl ortalarda gözükmemesini nasıl açıklarsınız? Belki o zamanlar bir tartışma ortamı yaratılabilseydi durum çok farklı olabilir, bu gruplar dağılıp gitmezlerdi. Bütün bu gruplar, bu coğrafyaya ait bir müzik yaratmayı başarmışlardı. Şimdi deniyor ki, “bilmem hangi müzik patladı”. Ortada patlayan bir şey yok ki… bu müzik her zaman yapılıyordu, bazen su altına giriyor, bazen çıkıyordu. Önemli olan, buraya agit bir tarz yaratabilmek. Benim asıl dikkatimi çeken, yeniden su üstüne çıkan bir doğallık tavrı. Cake’in müziği ile Scorpions’ın prodüksiyon kokan sound’unu karşılaştırdığımda, Cake’in müziği daha çok hoşuma gidiyor, daha çok şey ifade ediyor. Görmediğin, yaşamadığın bir coğrafyanın müziğini aynen yapmanın alemi yok. Ancak geçenlerde dinlediğim İstanbul Blues Kumpanyası bir istisna. Onların albümü ‘neredeyse gerçek gibi’. Her yönüyle… sadece müzik değil, ruh açısından da… benim sürekli kullandığım bir örnek var: Türk tangosu. Türk tangosu nasıl sözleriyle ve müziğiyle Arjantin tangosundan farklıysa, buraya ait bir müzikse, bizim yaptığımız rock’n’roll da böyle olmalı. Bob Dylan kitabını hazırlarken de aynı şeyi düşünüyordum. Adamı ben bir kere, İstanbul’a geldiğinde seyretmişim. Oturup onunla ilgili bir tarih yazmak benim işim değil. Tek yapabileceğimiz, elimizdeki belgeleri, kitapları derleyip buradaki okuyucuya aktarmak. Bu arada, yakında Bob Dylan kitabını güncelleyeceğimi de söyleyeyim. İkinci kitap 1987 yılı gibi sona eriyordu. Aradaki on yılda neler olup bittiğini anlatmak lazım.