Merve Erol
Bu söyleşi Roll dergisinin Nisan 2003 tarihli sayısında yayınlanmıştır.
Gökalp Baykal, şaşılacak bir üretim faaliyetinde son zamanlarda: “Akustik Anılar”ın hemen ardından dördüncü stüdyo albümü “Her Zaman Bir Şarkı” yayınlandı, yeni bir Bob Dylan kitabı da yolda. Albümleri arasına yıllar koymayan, kendi –çok insandan daha hızlı- temposunda şarkılarını işlemeye devam eden Baykal’ın hediyesi, bir “tam albüm” hüviyetinde bu sefer. Kıvrak blues havalarıyla yüklü dingin bir rock, sorularla, sorgularla ilerliyor, adeta İsmet Özel’in “şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin….” dizesini her şarkıda tamamlıyor. Baykal’la “şarkı” üstüne konuştuk…
Bir önceki stüdyo albümün “Yabancılar” gibi bu albümde de yeni şarkıların yanında eski tarihli şarkılar da var. Depo hala dolu galiba…
Evet, bütüne uyacağını düşündüğüm bazı parçaları dahil ettim. Bir klasör var, ondan hep düşürüyorum bir şeyler. (gülüyor) “Yabancılar”ın aksine, bu albümde bir sözel bütünlük aradık. Şarkıların aslında farklı bir sırası var, öyle dinleyince albüm sanki bir günü anlatıyor. Tabii her şarkıda farklı duygular, düşünceler var; şarkılardaki bazı süslemeleri kaldırıp çok özüne bakınca, günün belli aşamaları bir insanın bir gün içinde duyduğu, duyabileceği bir yığın duygu çıkıyor ortaya.
Sırf bir güne dair bir şarkı da var: “Sıradan Bir Gün”.
Bir zaman benim de yaşadığım, şimdi bir sürü insanın yaşadığı sıradan bir gün… sabah 9 akşam 5 günü; saatin sesiyle başlayıp saatin sesiyle biten bir şey…
Bütünlüklü bir albüm deyince insanın aklına şarkılar gelmiyor, ya da uzun şarkılar, rock operalar hatırlanıyor. “Her Zaman Bir Şarkı”nın adı da “şarkı”ya vurgu yapıyor. Standart uzunlukta şarkılar sence nasıl bir bütünlük yaratabiliyor? Mesela 45’liklerden oluşan bir albümden ne farkı var bunun?
O tabii daha farklı;orada bir sound bütünlüğü olabilir ama, anlatım bütünlüğü her zaman aranmaz.
Bu albümdeki şarkıları ben hiç tek tek düşünmemiştim. Yirmi küsur şarkının içinden seçtik bu parçaları, bunlar bir arada iyi tınlıyor gibi geldi bana.
Sıranın aslında farklı olduğunu söylemiştin, bu niye albüme sirayet etmedi?
Kendi aramızda bir oylama yaptık, daha ziyade bir sound sürekliliğinde karar kılındı. Şarkılar birbiriyle ilgili olduğu için de, dinleyen herkes bunlar arasındaki bağlantıyı kurabilir diye düşündüm. Yer yer küçük geçişlerle parçaların birbirine göndermeler yapması gibi bir şey de var. İlk albümde de benzer göndermeler vardı; “Sevgililer Günü” parçası “Zor Bulunan” parçasının nakaratıyla bitiyordu mesela. Burada daha çok melodilerde göndermeler yaptık. Aslında bu albümün “Yabancılar”dan en büyük farkı, bunda düzenleme çalışması yapmamız. Daha öncekilerde girip çalıyorduk. “Yabancılar”ı dört ayrı seansta, dört ayrı ekiple düzenleme kaygısı olmadan çalarak kaydetmiştik. “Her Zaman Bir Şarkı” için uzun uzun uğraştık. Albümün maketini önce evde bitirdik, sonra stüdyoda o düzenlemelere göre çaldık.
Bir şarkıyı oluştururken dikkat ettiğin belli şeyler var mı?
Şarkıların birçoğunun ortasında “bridge” bölümleri var. Şarkıların en doğrudan anlatımlı bölümleri o bridge bölümlerine rastlıyor. Zaten benim sevdiğim bir şey o, şarkının gidişi içinde armoninin değişmesi mesela, üzerinde özellikle durduğum şeylerden biri. Şarkının tekdüzeliğini alıyor bu; kıtalar arasında bir köprü oluyor. Bir de sanki ikinci bir şarkıyı oraya katmış gibi oluyorsun; biraz müsrifçe bir davranış gibi, üç dakikada sanki iki şarkı…. sözlerde de bence bu bridge’ler çok önemli: Anlatımdan bir anlığına çıkıyorsun, anlatımın tekdüzeliğini de kırıyorsun.
Senin asıl mesleğin mimarlık. Şarkıyı mimari gibi düşünür müsün?
Tabii, bir şekilde şarkının bir konstrüksiyonu, onu taşıyacak sağlam bir iskeleti mutlaka olmalı. Bu iskeletin üzerine sözcüklerden pencereler, kapılar, duvarlar yapılabilir.
Bridge dediğin kısımlar bir binada neye tekabül eder?
Alışmışız, bir bina tekdüze başlar ve devam eder. Halbuki neo-klasik yapılara falan baktığımızda, farklı katlarda farklı cephe tasarımları görürüz. Binanın tekdüze, iğrenç görüntüsünden çıktığı bazı hareketlerdir bunlar. Bazen büyük otellerde, ara katlardan birinde bir hareket yapılır, içine bir şey konur mesela, çok farklı şekillerde tezahür edebilir bu “köprü”ler.
Daha önce düzenleme mantığıyla kayıt yapmadığını söylüyorsun. Buna alışmak zor oldu mu? Sen aslında öylece çıkıp çalmaya mı eğilimlisin?
Evet. Dört-beş kişi çıkıp çaldığımızı stüdyoya yansıtmaya gayret ediyordum. Bir gün öyle, bir gün böyle çalınıyordu o zaman. İnsanın da huyu değişiyor herhalde, şimdi de bir yanım, sahneye çıkınca albümdekinin aynısını çalmak istiyor. Diğerindeki o rastlantısallık bazen rahatsız da ediyordu beni. Bir şeyi bir kere yakalamış oluyorsun, sonra bir daha aynısını çalamıyorsun. Ekip değişince, kafalar değişince, müzik de değişiyor. Böyle olmamalı, en azından bu tür bir müzikte bazı oturmuş şeyler olmalı. Sahnede her zaman çizginin dışına bazı çıkmalar olabilir tabii…
O rastlantısallık aynı zamanda işe heyecan katan bir şey değil mi?
Evet, öbür türlü belki risk azaltılmış oluyor. İnsanın çalarken serbest davranması hoş bir şey tabii, her seferinde belki daha keyifli, heyecanlı şeyler çıkabilir. Ama bunun için çok çok iyi müzisyenler ihtiyaç var, bu müzisyenleri her seferinde bir arada tutabilmek lazım, bu da ciddi bir sorun. Bu şansa sahip olmak kolay değil. O yüzden bir şeylerin oturmasını tercih ediyorum. Bu yola biraz da mecburiyetten girdik yani. Emprovizasyon kolay değil çünkü. Herkes çalarım diyor ama, herkesin çaldığı da müzik olmuyor.
Albümün adından başlayarak kapak içindeki yazında “önce şarkı vardı” ifadesine kadar, hep bir şarkı vurgusu var albümde…
Şarkıyı kafamda kurarken sağlam bir yapıya oturmaya çalışıyorum, sonra dizayn eder gibi üstünde çalışıyorum. Bazen bir kelime yüzünden bir dize, bazen bir kıta çöpe gidebiliyor. Bir küçük anlatım değişikliği yüzünden bütün bir şarkının da çöpe gittiği olabiliyor. Ama kayda girmeden ya da sahnede çalmadan önce kafamda tamamlanmasını istiyorum. Şarkının, tek bir gitarla çalındığında bile oturmuş bir yapı olmasına gayret ediyorum. Eskiden belki bu kadar kararlı davranmıyordum. Yavaş yavaş buna döndüm: tek başına da çalınması, tek başına çalındığında zayıf, banal görünmemesi…. aletler eklendikçe de şarkı zenginleşmeli. “Her Zaman Bir Şarkı”yı tek gitarla çaldım o yüzden; on enstrümanla çalınan şarkılardan daha farklı tınlamıyor bence….
Akın Eldes sonradan dahil olmuş şarkılara galiba, ama çok da iş başarmış…
Düzenleme çalışmalarında o gitar düşünülmüyordu, ama o gitara benzer bir hava düşünülüyordu. Akın’la yirmi yıla varan bir dostluğumuz var, birbirimizin sound’larını iyi biliyoruz. “Yabancılar” albümünde bir şarkıda da vardı. Burada da gelip şarkıları izlemesi, duygularının yakalaması zor olmadı, rahatlıkla da çaldı, çoğunluğunu bir-iki take’te attı. Çok dominant bir gitar çalışı var Akın’ın. Şarkının melodisinden de uzaklaşmıyor; kolay gibi görünen, ama çok zor bir şey bu.
Daha eski tarihli şarkılardan bugüne, sanki yazdığın sözlerin tematiği de değişmiş, daha somut, gündelik şeyler anlatan sözler gelmiş. Bu söz yazarlığında vardığın genel bir çizgi mi, bu albüme özgü bir şey mi?
Herhalde bu dönemde kalemim oralara gidiyor. İnsan bunun üstünde çok fazla düşünmüyor. Şimdiki imgelerim ya da sözcüklerim daha gerçekçi; “Bir İş Bir Eş”, “Sıradan Bir Gün”, “Kaldırımda” daha gerçekçi imgeler barındırıyor içinde. Ama “Kapatıyoruz” gibi, daha önce hayal bile etmediğim bir imge ortamı da çıkabiliyor. Bir lokantanın ya da barın akşam kepengini indirmesinden bahseder gibi, ama başka şeyler anlatıyor şarkı.
“Sıradan Bir Gün” 1989’da yazılmış; “Bir İş Bir Eş”in tarihi 2000. Bu tarihler arasında yaşayışında ne gibi değişiklikler oldu, bu şarkılara nasıl etki etti kendi hayatın?
Şimdi sıradan günler daha da azaldı. Çok zamandır sabah 9 akşam 5 çalışmıyorum. Üniversiteye ders vermeye gidiyordum, ama o da haftada iki buçuk gündü. Haftanın beş-altı günü mesai baskısından kurtuldum, en azından 95’den bu yana. Zaten ne zaman o işler bitti, albümler yayınlanmaya başladı, daha çok kitap çıktı. Ama o yıllarda “Bir İş Bir Eş”te anlattığım şeyleri aklımdan geçirmemiştim, hayatı o kadar ciddiye almıyordum belki de. Herhalde ancak o mesaiden kurtulduktan sonra yazılabilecek bir şarkıydı o. İki şarkı da benzer şeylerden bahsediyor gibi ama, farklı dönemlerdeki duyguları anlatıyorlar.
“Bir İş Bir Eş”te bahsettiğin adam sana ne kadar benziyor?
O ben değilim. O yaşlarda, artık emekliliğe yaklaşmış bir adamı anlatıyorum orada. Şarkıdakinin aksine, ben televizyon seyretmem hiç – maç hariç-, sallanan koltuğum da hiç olmadı. “Sıradan Bir Gün”ü yazdığım zamanlarda, o biraz daha bendim.
Yani o yaşayışına devam etseymişsin, “Bir İş Bir Eş”teki gibi olacakmışsın…
Büyük olasılıkla. Ama neyse ki öyle devam etmedi de, kurgusal olarak yazdım. Öyle devam etseydi ne müzik olurdu, ne yazı, hiçbir şey olmazdı. Hatta öğretmenlik bile olmazdı.
“Pişman Olacaksın”da geçkin bir kişinin yalnızlığından bahsediliyor. Yalnızlık genellikle buruk bir romantizmle anılır. Ama burada, sonunda pişman olacak olan kahraman, aynı zamanda mağrur, tepeden bakıyor….
Müzisyen Gökalp’le diğer Gökalp’in, mesela öğretmen Gökalp’in, ya da elalemin işinde çalışan Gökalp’in yaptığı bir diyalog bu parça. Birinin diğerine nasihat vermesi gibi. Hangisinin hangisine nasihat ettiğini kestirmek çok zor. Kendi içimde yaptığım bir itiş kakışın, bir kavganın neticesi o parça. Bunun bir aşk şarkısı gibi algılanmasından çok rahatsız oluyorum.
“Gizli Saatler”in de son kıtası ilginç: “Çok istedim yıllar boyu / Haykırmayı coşkuyla insanlara / Sonunda hep fısıldadım / Baş başayken o gizli saatlerde / Gerçeği değil, aslında / Duymak istediklerini….” Niye duymak istediklerini fısıldıyor da, en azından coşkuyla anlatmak istediklerini fısıldamıyor?
Bunu çok farklı bir şey düşünerek yazmıştım. “Lili Marlen” filminden esinlenmiştim. Nazi Almanyasında, baskı altında insanların aşklar yaşamaları, bir yığın korku, istediklerini söylememeleri, ayrıca sadece dışarıdan gelen baskılar değil, kendi içlerindeki oto sansür mekanizması yüzünden istediklerini fısıldayarak bile söyleyememeleri…. böyle bir duyguyla dile gelmişti o sözler. Biraz daha klasik bir blues parçası gibiydi önceden.
Yakın çevremdeki 100 kişi dinlese bana yeter diyordun. Rakam hala aynı mı?
Herhalde epey genişlemiştir şimdi. Şimdi daha fazlasını istiyorum. Sadece kendi emeğim yok bu albümde. İlk albümü hemen hemen tek başıma yapmıştım, burada 13 kişi çalıştı. Bu 13 kişinin yarısından çoğunun her şarkıya çok büyük emeği var, emeklerinin karşılığını görmeliler.
Bu albümden, yani bir günün hikayesinden nasıl bir duygu kalıyor sence? Buruk mu, umutlu mu?
Bence umutlu. Son parça “Her Zaman Bir Şarkı” da bir umut şarkısı zaten. Halen bir şarkı söyleyebiliyorsan, mırıldanabiliyorsan, bir umut var demektir. İnsan sevdiği şeyleri söylüyor, mutluyken, umutluyken şarkı söylüyor.
Sen bir şarkıyı nasıl hallerde mırıldanmaya başlıyorsun, bir şarkının esinini nasıl zamanlarda alıyorsun?
Kafam rahatken, stres yokken. Başka bir şey düşünmemek lazım bunun için. Belki baskı altında da bazı şeyler yazılabiliyor ama, benim çok yaptığım bir şey değil. Şarkıları çalarken, kaydederken de çok eğlendik. Stüdyoda en zor olan şarkı söylemekti. İster istemez stüdyoyu “serin” bir yer gibi hissediyorsun, ama kayıt süreci çok komikti. Ben öyle komik bir insan değilim, ama çocuklar çok eğlendi. En çok şarkı söylemekte zorlandım. Alışmışım gitar çalıp şarkı söylemeye. Kayıtlarda, değil gitar çalmak, araya ses karışmasın diye parmağımı bile kımıldatmıyordum; insanı biraz geren bir şey bu. Sahnede bir seferde attırdığım, fena da olmayan bir şarkıyı orada bazen birkaç take almak gerekiyor. Sonra şarkı söylemeden gitar çalmak gerekiyor, o da garip bir duygu. Bir şarkıyı boş boş çalmak her zaman kolay değil.
Yolda giderken, bir şeyle uğraşırken en çok mırıldandığın şarkılar neler?
Johnny Cash’in “Understand Your Man”ini mırıldanırım mesela, çok eskiden beri. Bazen Pink Floyd, “big men, pig men…..” Bir de ismini çıkaramayacağım bir şarkı, (mırıldanıyor) “I just wanna make love to you…..” İlginç, bu şarkıda da “bütün gün çalışmak istemiyorum” gibi bir dize var. (gülüyor) Neil Young’ın “Look Out For My Love”ını da çok mırıldanırım. Creedence Clearwater Revival’dan bazı şarkılar…. Bulutsuzluk Özlemi’nin “Yine Düştük Yollara”sını da mırıldanırım, güzel bir şarkıydı.
Peki, 9’dan 5’e çalışmıyorsun, ne yapıyorsun?
Bilgisayar kitapları sürüyor, yakında çıktı birkaç tane, bir tanesine de başladım. Esas, Bob Dylan kitabını bitirdim. Evvelkilerden farklı, yeni bir kitap bu. Aslında eski iki kitaptaki yeni bilgilerin tümünü içeriyor. Onlar 1989’da bitiyordu. Ondan sonraki 14 yılın, yeni albümlerin bilgileri, Dylan’la yapılmış röportajlar da var bu kitapta.
Dylan’ın son albümlerini seviyor musun?
“Time Out Of Mind” da, “Love and Theft” de çok iyi; “Time Out Of Mind”ı daha çok seviyorum galiba, ilk şarkıya girişi yeter herhalde. “Love and Theft”te de modern çalınmış acayip blues havaları var. Ama beni en çok mutlu eden 1975 konseri oldu, şahane bir albüm.
Tam savaş zamanı insanın aklına ister istemez bazı Dylan şarkıları geliyor….
“Masters Of War”, “A Hard Rain’s A-Gonna Fall”, “License to Kill”…. bu tür savaş karşıtı şarkıları Amerika gibi bir yerde yazabilmiş biri Dylan. “License To Kill” hele, bugünkü durumu en güzel dile getiren şarkısı olmalı.