Ercan Demirel
Bu söyleşi Almanya’da üniversiteli Türk öğrenciler tarafından yayimlanan GETÜRKT dergisi ile yapılmıştır.
İlk sorum, biraz da kendimle ilgili. Elinizde hangi Barış Manço single veya plakları var?
Elimde kalan single plaklar: Seher Vakti ve İşte Hendek İşte Deve. Uzunçalarlar ise: 2001, Söz Meclisten Dışarı, Nick The Chopper. Son ikisi ya da üçü dışında diğer albümleri ve single derlemeleri CD olarak var. Açıkça bir şey söylemek istiyorum: Mançoloji’yi dinledim ve hiç hoşuma gitmedi; aranje edeceğiz diye güzelim şarkıları mahvetmişler. Nedir o Gülpembe’nin hali, neyse ki Barış Manço bu albümü görmedi. Şöyle eski kayıtlardan derleme bir Best Of veya Greatest Hits çok daha iyi olmaz mıydı?
Siz on parmağında on marifet olan bir insansınız. Mimarlık mesleğinin dışında, bilgisayar alanında da uzmansınız. Şarkılarınıza yazdığınız sözlerle usta bir şair, bestelerinizle de harika bir müzisyensiniz. Bütün bu yeteneklerinize rağmen, toplumdan ve medyadan gerekli ilgiyi aldığınızı düşünüyor musunuz, ya da “bana bir müzisyen olarak daha fazla imkanlar sunulmalı” diyor musunuz?
Açıkça konuşmak gerekirse, bandrollü resmi albüm yayınlayan hiçbir müzisyen “ben bunu yalnızca kendim için yaptım” diyemez. Sanatçı, sanatını insanlara ulaştırmak ister. Yalnız istemesi yetmez, buna mecburdur da… Yoksa kaynak israfından başka bir şey olmaz. Bu işin bir tarafı; diğeriyse sanatsal ürünün topluma ulaşabilmesidir. Bir ürün, insanlara duyurulmadıkça, asla beklediği tepkiyi alamaz, olumlu olumsuz fark etmez. Bazı eserler sırf olumsuz tepki almak için de üretilmiş olabilir; ama her sanatçı eseri için bir tepki bekler. Sizin “ilgi” dediğinize ben “tepki” diyorum, aynı şeyden söz ediyoruz. Kendime gelince, dolu dolu geçen yirmi yılın ancak son bir kaçında tepki aldığımı görüyorum. Bu tepkiler beklediğimden çok daha olumlu; ama tamamen tepkisiz geçen yılları da unutmuyorum. Ben buna hep “büyük sessizlik” derim. Kaldırılması çok ağır bir yüktür ve halen pek çok sanatçının da bundan yakındığından eminim. Bunun dışında kimsenin müzisyenlere özel bir imkan tanımasına gerek yok; “halk bunu beğenir şunu beğenmez” diye ahkam kesenler mi tanıyacak? “Halk” dediklerinde “halk” sözünden ne kastettiklerini henüz anlayabilmiş değilim. Kimse de anlayabilmiş değil. Acaba yalnızca dayattıkları ile koşullandırdıkları bir kitleyi mi kast ediyorlar. Bu kaosun yaratılmasında, öncelikli olarak plak firmalarını sorumlu tutuyorum. Yalnız ben değil, o “halk” dedikleri kitle de hakkettikleri yanıtı veriyor. 99 yılı itibarîyle satışlarının gezindiği seviye durumu net olarak özetliyor.
Son albüm Yabancılar, Cem Karaca ve Kurban’ın albümleriyle beraber bu yılın en iyi üç albümünden biri bizce. Bu albümün iyi olmasının sebepleri neler? Sizin deyiminizle birbirlerini tanıma imkanını elde edemeyen müzisyenler mi, albümün bir çırpıda değil de, uzun süreli bir uğraş sonunda kaydedilmesinden mi yoksa şair ve besteci Gökalp Baykal’ın kendisinden dolayı mı?
Cem Karaca ile birlikte aynı ligde değerlendirilmek, ondan müzik anlayışı bakımdan bu kadar etkilenmiş bir müzisyen için son derece onur verici. Cem Karaca’nın yalnız ülkemizde değil, dünya çapında bir ses ve sahne adamı olduğundan kimsenin kuşkusu olamaz. Yabancılar’ı, ta Almanya’dan keşfedip ilgilenmeniz bile beni hayretlere düşürmedi desem yalan olmaz. Şimdi, kimse kötü bir albüm yapmak istemez, ama iyi bir şeyin ortaya çıkıp çıkmayacağından da işin sonuna gelene kadar emin olamazsınız. Defalarca yap-boz oyunu oynanır; canım emekler çöpe atılır; bazen kalpler kırılır… Yabancılar’ın hoşa gitmesinde kuşkusuz şarkılar önceliklidir. Aslında tüm müziklerde şarkı önce gelir, sound ve enstrümanlar şarkının peşinden gelir. Soundu iyi diye, kötü bir şarkıyı kimse beğenmez, elbette bunun istisnaları vardır ama bu gerçeği değiştirmez. Sound, benim için ikinci plandadır. Yabancılar’da ilk başta benim kafamda oluşmuş bir sound vardı; ancak şu birbirini görmeyen ve tanımayan müzisyenler devreye girdikçe, herkesin bu sounda bir miktar katkısı olmaya başladı. Çerçeve aynı kalırken yeni tatlar eklendi. Albüm boyunca rock’n’roll, balad veya blues şarkıların bir arada rahatsız etmeden tınlamasının nedenlerinden biri de budur. Sonuç olarak bazı şarkıları, kayıt ve miksajları bittiği halde, istemeye istemeye Yabancılar’dan çıkarmak zorunda kaldım. Kötü oldukları için değil, diğerleriyle iyi tınlamadıkları veya albümün iç dengesi üzerinde farklı bir noktada ağırlık yapma riski taşıdıkları için. Bir yıldan uzun bir süreye yayılmış dört ayrı session boyunca, bu bütünlüğü sağlamak için Sabih Cangil ile birlikte bayağı uğraştık. Ne mutlu ki emekler boşa gitmedi…
Yabancılardaki en eski şarkı 1983’den, en yenisi de 1997’den. Bu albüm biraz da Gökalp Baykal’ın duygu dünyasını ve müzikal geçmişini mi anlatıyor?
Daha doğrusu, birbirinden asla ayrı düşünemeyeceğim duygusal ve müzikal dünyalarımda yaptığım bir seyahatin yol notlarının bazılarını içeriyor. Yabancılar’daki şarkıların birlikte iyi tınladığını düşünüyorum. Ancak ister inanın ister inanmayın, yola çıkış fikri değişmemekle birlikte, Yabancılar albümü tümüyle bambaşka şarkılardan da oluşabilirdi. Mevcut durumun sorumlusu biraz da albümün en yeni tarihli şarkısı olan “Köprüler Ve Yabancılar”dır. Albümün örgüsü, tamamen onun etrafında kuruldu.
“Sizler olmadana asla” dediğiniz kedilere olan sevginiz nereden geliyor? Almanya’da oldukça popüler olan Akif Pirinççi’yi tanıyor musunuz? Onun gibi kedi romanları yazmak ister miydiniz?
Kendisi hakkında zaten çok şey duymuştum, ama kitapları henüz Türkçe’ye çevrilmemişti. Daha sonra Pirinççi’yi televizyonda bir söyleşide izledim; çok olumlu bir izlenim edindim ve hemen Felidae’sını aldım, şu anda eşime kaptırdım, o okuyor. Bugüne değin kaç tane kedi şarkısı yazdım; Gözün Üstümde, Tatsız Tuzsuz, Kedilerin Günü, Hiç Anmadım vb. Bunların bir kısmını henüz dinlememişsinizdir; gelecek albümde umarım olacaklar. Roman yazmaya gelince; çok ciddi ve zorlu bir süreç… Umarım bir gün yazarım; ama kediler üzerine mi yoksa başka hayvanlar üzerine mi olur bilemiyorum.
Bob Dylan hayranlığınız nereden geliyor? Onun dışında yurtiçinde ve yurtdışında takdir ettiğiniz müzisyenler kimlerdir?
Aslında yüzyılın en büyük ozanlarından birisi için kimse hayranlık besleyemez diye düşünüyorum. Onun şarkılarını ve tutumunu beğeniyorum. İlk gençlik yıllarımdan bu yana dinlediğim, yerine göre beni düşündüren, yerine göre eğlendiren bir ozan. Basite indirgiyorum sanmayın, bu sözleri her müzisyen için kolaylıkla sarf edemezsiniz. Dylan dışında ilk aklıma gelenler yurtdışında Neil Young, Paul Simon, John Fogerty, Michel Sardou’yu sayabilirim. Yurtiçinde ise listem çok kalabalık değil: Cem Karaca, Barış Manço, 3 Hürel, Mazhar Alanson, Şükrü Yüksel (Hardal), Tibet Ağırtan. Belki birkaç kişiyi unutmuş olabilirim. Ancak bu sınırlı listenin çok acı bir durum olduğunun farkındayım.
Son dönemlerde Türkiye müzik piyasasında bir Türkü tartışması tutturdu da gidiyor. Sizin bu tartışmadaki yeriniz ne?
Bu tartışmada herhangi bir yerim olduğunu sanmıyorum. Yaklaşık iki yıl önce bir söyleşide “pop müziğin malzemesi tükendi, sıra etnik müziklere geliyor” demiştim. Haklı çıktığım için üzgünüm… Ama ne yazık ki bu böyle. Bir kısım firmalar hızla türkülerin üzerine atladılar ve türkü patlaması yaşandı. Bu ticari kargaşa ve anarşi içinde, türkülerin dejenere edildiğini, yozlaştırıldığını ve asıl güzelliklerinin gümbürtüye gittiğini görüyorum. Bir de 70’li yıllarda, bilinçsizliklerinden dolayı, türküleri hakir görenler bile şimdi türkü tutkunu oldular. Aslında türkü tutkunu falan değil, türkü müsveddesi tutkunu oldular.
Gökalp Baykal demo kasetlerinde yer alan ve şimdiye kadar yayınlanmamış şarkıları ne yapmayı düşünüyor? İlerde yeniden kaydedecek mi ya da şimdiki haliyle piyasaya sunulma şansı var mı? Kod Müzik’in Aksi İstikamet adlı toplama albümünde yayınlanan Yalınayak – Karabasan parçasını neden seçtiniz?
Aksi İstikamet için “Yalınayak-Karabasan” şarkısını ben seçmedim. Bu tamamen Kod Müzik’in kararıdır. Dediklerine göre 86’da yaptığım Kedilerin Günü demosu, bilinen ve elde olan en eski demo kasetmiş. Ben tam olarak emin değilim ama neyse… Bu kayıtlar içinden, o dönem müzik anlayışını en iyi yansıtan şarkı olarak “Yalınayak-Karabasan”ı seçmişler. Biliyor musunuz, onu Yabancılar için yeniden kaydetmiştim, ama “outtake” oldu. Eski demo kasetlerdeki şarkıların bir kısmını Yabancılar’da kullandım. Diğerleri içinden bazılarını da ileride yeri geldikçe değerlendireceğim. Sonuçta hepsi benim şarkılarım ve belli güncel olaylara dayanmadıkları için zaman içinde yeniden ele alınabileceklerine inanıyorum.
Gökalp Baykal konser ortamını stüdyo ortamı kadar seviyor herhalde. Bir konser kaydını piyasaya sunmayı düşünür müsünüz?
Hem de çok isterim. Bugüne değin alabildiğim kayıtlar içinde Borusan konseri hem çekim hem de “unplugged” performans açısından başarılıydı. Belki onu biraz özetleyip yayınlarım diye düşünüyorum; tümüyle düşünce. Demo kaset olarak bir miktar dağılmış durumda zaten. Aslında hayalim, çok daha geniş bir grup ile stüdyo ayarında bir konser kaydı gerçekleştirip, onu yayınlamak. Öyle ki bu konserde şarkılar ilk kez çalınmalı ve albümde de bu versiyonlar yer almalı. Neil Young’un Time Fades Away ve Rust Never Sleeps albümleri gibi. Ama hayal işte; memlekette bunun yapılabileceğine inanmak çok zor.
Gökalp Baykal, bizim bildiğimiz özelliklerinin dışında nasıl bir insan. Yani ne yer ne içer, nelerden hoşlanır, hobileri, fobileri nelerdir?
İşkoliğin teki… Müzik, kitaplar ve öğretmenlik arasında geçen bir yaşamı var. Boş vakti yok gibi, olsa da geceleri çıkmayı sevmez. Sağlıklı beslendiğini iddia eder, tabii bu yalnızca bir iddia. Kendisinden söz ederken söyleyecek fazla bir şey bulamaz. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarında başlıca hobisi maketçilikti; uçak, gemi, otomobil, hatta denizaltı… Sonra müzik onun en büyük hobisi oldu; gel gör ki şimdi fobisi olmasına ramak kalmış durumda. Ya “müzik piyasasına girersem” fobisi bu tabii…Türkiye’nin trafiği en büyük fobilerinden biri. Doğal olarak bir gün karantinada kalmak ve soluksuz kalmak da fobileri arasında.
Trabzon doğumlu olduğunuzu öğrendiğimde, aklıma hemen 3 Hürel geldi. Hemşehrileriniz hakkında ne düşünüyorsunuz?
Çok iyi şeyler düşünüyorum; özgünlüklerini, ustalıklarını, müziklerini beğeniyorum; kişi olarak saygı duyuyorum. Çoğu eserleri CD olarak basıldı, zevkle dinliyorum. Bir gün bir araya gelsek de bir hamsili pilav yesek ne güzel olurdu; annem harika yapar da…
Gökalp Baykal, Günaydın Hüzün EP’sinde Catwalk’la beraber Türkçe Blues’un olabileceğini bir kez daha gösterdi. Bu tür çalışmalar devam edecek mi? Ya da Gökalp Baykal’ın ilerde ele almayı düşündüğü değişik müzik tarzları var mi?
Türkçe yalnız blues değil, pek çok müzik yapılabilir. Müzik evrenseldir; Türkçe de iyi kullanıldığında her tür kalıba kolaylıkla girebilen bir dildir. Ama “iyi kullanıldığında” dedim; aklınıza ilk gelen sözcükleri peş peşe sıralayıp, müziğin üzerine söylemeye kalkarsanız, hiçbir dil müziğe uymaz. İlla ki çok çaba gerektiren bir süreç bu. İşin kolayına kaçma alışkanlığı sonucu, Türkçe’nin müziğe oturmadığı, özellikle de rock türlerine uymadığı gibi abuk sabuk bir inanç var. Bunun bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaktan kaynaklandığına inanıyorum. Hayatında dilekçe yazmamış insanların şarkı yazmaya kalkıp, sonra dilimizi suçlamasına hatta hakir görmesine tahammül edemiyorum. Kardeşim, beceremiyorsan Türkçe şarkı yazma ve kendi kabiliyetsizliğinden dolayı dilimi suçlama! Neyse ki orta kuşak müzisyenler olarak bu tartışmaya bir nokta koymuş olduğumuza inanıyorum. Yeni müzik tarzlarına gelince; ben zaten bir tek türde müzik dinlemiyorum, dolayısıyla yaptığım müzik de çok geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Tabii ki gelecekte farklı tür müziklere de eğileceğim; hatta bu çalışmalar şimdiden başladı bile.
Şu anda yeni bir albüm çalışması içindesiniz. Şarkılar nasıl oluşuyor, kimlerle çalışıyorsunuz, albüm yine Zihni Müzik Merkezi’nden mi çıkacak?
İki aydır yeni bir albüm hazırlığı içindeyim. Şarkıların bir kısmı eski demolardan, bir kısmı sahne repertuarımdan, bir kısmı da tümüyle yeni şarkılardan oluşuyor. Şu anda 18 ila 20 şarkı arasında hazırlık yapıyoruz, tabii albüme girerken bunların bir kısmı elenecek; ama ben hep böyle çalışırım. Aynı Ağustos 1996 ve Yabancılar’da olduğu gibi bu albümde de belirli bir tür saplantısında değilim; rock and roll, blues, Latin ezgileri, şansonlar, baladlar hatta barok. Yine sevdiğim tüm müzik türlerinde gezineceğim ve sınırları çok fazla zorlayacağım. Bu kez tam bir grup çalışması içindeyim, müzisyenler birbirlerini tanıma fırsatı buluyorlar. Bas gitarda uzun zamandır beraber çalıştığımız Cenk Tarhan, piyanoda Safa Yalbaz çekirdek kadroyu belirliyor. Safa bize yeni bir ruh sağladı, birlikte kişisel sınırlarımızı aştığımızı hissediyoruz. İkinci gitar ve davul kadroları şimdilik oturtulmaya çalışılıyor; gelen giden oluyor, normaldir… Ancak şu anda düzenlemeler sürmekte, henüz ne yapımcı firma ne de stüdyo girişimim olmadı. Tümüyle belirsiz…
Gökalp Baykal için, çaldığı enstrümanlar içersinde özel bir yeri olan var mı?
Enstrümanla evlenilmez derler. Ben buna katılmıyorum; bazı enstrümanlarla evlenilir bazılarıyla gönül eğlendirilir. Sanki evlenilenle gönül eğlendirilmezmiş gibi bir anlam çıkmaz inşallah. Neyse, yirmi yıllık dostum on iki telli Yamaha FG-312 ile altı telli Martin D-35 akustik gitarlarım ve Epiphone Sheraton II semi-solid elektrik gitarımın yeri başkadır. Şimdi bir de Yamaha APX-T mini travel gitarım var, onunla da çok iyi anlaşıyoruz. Kendisine “Küçümen” adını taktım, bu adı o da çok sevdi. Tabii yılların birikimi başka bir yığın gitarım, armonikam ve synthesizer’ım var. Onlardan daha kolaylıkla vazgeçebilirim.
Bülent Tanatar sizin şarkılarınız için “müzikli şiirler” diyor. Şarkı sözlerini nasıl yazıyorsunuz? İlham mı bekliyorsunuz ya da yaşadığınız olaylar mı sizi etkiliyor? Gökalp Baykal şiir kitabı yayınlamayı düşünüyor mu?
Şiir kitabı mı? Yoo, o kadar da değil. Ben kendimi bir şair olarak görmüyorum. Yazdıklarım manzum kısa öyküler veya denemeler. Şarkı sözü ile şiirin birbirinden çok farklı ritimleri vardır. Bu nedenle şiirlerin üzerine bir beste yapılıp şarkılaştırılmasına da karşıyım. Bazı başarılı örnekler olabilir ama… Şarkılar için ilham gelmesini bekleyecek vaktim yok; ama içimde bazen bir şarkı yazmak arzusu belirir ve oturur yazarım. Söz ve müzik aynı anda çıkar, sonra günlerce düzeltme yaparım. Ama gitarı kucağıma alıp oturduğumda, genellikle ne yazacağımı ben bile bilmiyor olurum. İlk notalar şarkıyı çağırmaya başlar, sonra bir ara biter. Çok fazla hakim olunabilecek bir süreç değil zaten. Şarkı yazarken, yaşadığım olaylardan çok düşündüğüm olaylardan etkileniyorum demem daha doğru olacak gibi. Şimdi, “eğer yaşamasan nasıl düşünürsün” diyeceksiniz; ama bunlar insan üzerinde birbirinden çok farklı dinamikler sağlar. Yaşam içinde gözlemleriniz ister istemez sınırlıdır, oysa hayal gücünüzün ufku ne kadar genişse o kadar açılabilirsiniz. Boğulmamak kaydıyla tabii…
Gerçekten yüzmeyi bilmiyor musunuz?
Şimdi yanlış anlaşılmasın, suyun üzerinde batmadan durabiliyorum ve kulaç atıp ilerleyebiliyorum; ama stilli yüzmeyi bilmiyorum. Bu nedenle çabucak yoruluyorum ve ne havuzda ne de denizde çok fazla kalmıyorum. Herkes açılıp giderken ben kös kös kıyıya çıkıyorum. Kısacası benim yüzdüğüme yüzmek denemez. “Soluksuz Kaldım” şarkısında değindiğim “yüzmeyi öğrenememek” ise haliyle daha sembolik bir yaklaşımdı. Yaşam süreci içinde, herkes gibi zaman zaman uyum güçlüğü yaşayan bir insanın fazlaca kişisel bir özeleştirisi…
Şu ana kadar görüştüğüm her müzisyene sorduğum 3 soru. Barış Manço hakkındaki ve gurbetteki vatandaşlarımız ve gençler hakkındaki görüşleriniz…. İmzalı bir resminizi elde edebilir miyim?
Sırasıyla yanıtlayayım… Barış Manço, Cem Karaca’dan sonra benim ilk etkilendiğim rock müzisyenlerinden biridir. 80’li yılların ortasına değin de ilgiyle izlerdim. Ne yazık ki kendisini bir kez konserde izleyebildim, “Söz Meclisten Dışarı” konseriydi ve harikaydı. 70’li yıllarda Türkçe rock daha fazla dinleniyor ve ilgi görüyordu. Ben de babası bir zamanlar gurbetçi olan bir insan olarak, gurbetteki gençlerimizin işlerinin hiç de kolay olmadığını düşünüyorum. Ama yine de büyük çoğunluğunun inanılmaz bir gayret içinde eğitimlerini sürdürdüklerini, muhakkak “elle tutulur bir meslek” sahibi olduklarını görüyorum ve çok seviniyorum. Ben eğitime çok önem verdiğim için bunun üzerinde durdum, yoksa bu konuda konuşacak muhakkak çok daha fazla şey var. Sonuçta, gurbette olmak bir yabancılıktır. Oysa ne yazıktır ki insan gurbette olmadan da yabancılık yaşayabilir, kendini yaşadığı ortama yabancı hissedebilir ve bu inanın çok daha acıdır, insanın kendisine ve doğal (sosyal) ortamına yabancılaşması, yabancılaştırılması çok daha acıdır ve kaldırılması çok daha ağır bir yüktür. Bu yükü sırtınıza almamaya çalışın derim. Çok mu çevreci oldu, bilemiyorum… İmzalı fotoğrafa gelince… O işin en kolayı!