ON THE AIR: George Martin
Gökalp Baykal – Roll – Şubat 1997
1993 yılı Londra’nın kuzeyi, Lyndhurst Hall, eski kilise binası son Air stüdyosu olarak göreve başlamak üzere. Beatles çetesinin her zaman perde arkasında kalmayı başaran ve beşinci elemanı olarak da bilinen yapımcı George Martin “Bu kez son” diyor, “Bu son kurduğum stüdyo olacak!”. Olsun, ne yapalım… Önce Abbey Road, sonra Batı Hint Adaları Monserrat’da Air ve şimdi yeniden Birleşik Krallık’da yeni Air… George Martin gerçek bir yapımcı, dilimizde sık kullanılan karşılığıyla prodüktör (!). Gerçi bizde yapımcı denilince biraz finansör, biraz menecer, biraz emprezaryo biraz da patron, kısaca plak yapımcısı anlaşılıyor ama olsun; bu durum müzikal serüven içinde gerçek anlamda bir müzik yapımcısının varoluş nedenlerini yok etmeyeceği gibi eksikliğinden rahatsız olmayanları da daha uzun zaman ırgalamamaya devam edecektir. Bu arada yapımcılık işinin hakkını verenler içinde ilk akla gelenleri anmadan geçmeyelim: Brian Eno, Quincy Jones, John Hammond, Daniel Lanois, Phil Ramone. (Adı unutulanlar yazarı bağışlasın).
“Yapımcının tek sorumluluğu, yayınlanacak albümün sesörgüsünü (sound) belirlemektir. Bu sesörgüsü belirleme işleminin son derece kişisel bir karar olduğu söylenebilir. Bir albümü oluşturmak için tek doğru yol olduğundan söz edilemez, ama aynı sonucu verecek çok sayıda yöntem olabilir.”
Yapımcı kimdir? Kim olmalıdır? Neye benzer? “Yapımcı her şeyden önce, onu sevecek ve ona inanacak bir sanatçıyla çalışmalıdır. Bu sağlanamadıkça hiç bir teknik iyi başarılı bir albüm çıkmasını sağlayamaz. Şevk ve istek çok önemlidir, onlar olmadan olmaz… Bazı yapımcılar stüdyoda sürekli gergin bir ortam sağlamanın, sanatçının yaratıcılığını artırdığını öne sürerler. Kesinlikle aynı fikirde değilim, elektrikli bir ortamda doğru dürüst müziğin ortaya çıkacağına asla inanmıyorum. Çalışmak için her zaman sakin bir ortamı tercih ederim. Ruhsuz demek istemedim, uyum içinde çalışan yaratıcı kişilerin oluşturduğu olumlu elektrikten söz ediyorum.” George Martin’in müzik yapımcısı kavramını, bugünkü anlamıyla gündeme getiren ilk zat olduğunu iddia etmek hiç de yanlış olmaz. Zaten bu iddia, bu satırların yazarının icadı da değil…
“Eldeki malzemenin biçiminin ortaya çıkmasında besteci ve düzenlemeci ile ortak çalışma çok önemlidir. Çıkan sonuçtan her kesin aynı lezzeti alması gerekir. Bestecinin elinde uyduruk bir demo bant olabilir. Bunun notaya geçirilmesi kayıt türüne karar verilmesi gerekir. Acaba önce temel altyapı kanalları çalınıp orkestral partisyonlar sonradan mı eklenmeli? Belki de baba müzisyenler bulunarak üstyapı düzenlemeleri stüdyoda oluşturulmalı. Kayıt 8, 16 veya 24 kanallı mı yoksa tümüyle dijital mi olmalı? Bunlar yapımcının organize etmesi gereken başlıca kalemlerdir. Her şeyin başı iyi bir ekip çalışması değil midir? Tabii ki ekibin en önemli elemanlarının başında da kayıt mühendisi gelir. Ben uzun yıllardır Geoff Emerick ile çalışıyorum. İşin ilginç yanı o da yapımcılığa soyunduğu zaman yanına başka bir kayıt mühendisi alıyor. Çok doğru, farklı görevleri birbirine karıştırmamak gerek.”
Ya The Beatles ve yaratıcılık? Onlar dört adet yaratıcı beyindiler. Her ne kadar hepsi aynı üretkenliğe sahip olmasa da… “Bazı yaratıcı kişiler kendilerini diğerlerinden daha iyi ifade ederler, ama genellikle çoğunluk kulağıyla duyana değin ne istediğinin farkında değildir ve yapımlarda fazlasıyla rastlantısal ve sezgisel öğeler kullanılır. Paul McCartney her zaman kafasında tamamlanmış bir fikirle gelirdi ve The Beatles içinde en yaratıcı fikirler de hep ondan çıkmıştır. John Lennon ise hiç bir ayrıntı üzerinde ısrarcı olmazdı ve bir başkasının onca fikir içinden bir şeyler seçmesi gerekirdi. Öte yandan şarkıları kaynak açısından son derece zengindi.” Eh George Martin neden George Harrison için bir çift söz bile etmiyorsun, neyse…
Şöyle bir 60′ların sonuna doğru Abbey Road stüdyolarına dönelim. Orada değil miydi ki mikrofonlara paket lastikleri sarıp pıtlatmaktan tut kovalara su dökmeye değin inanılmaz ilkellikte (kötü anlamda ilkel değil) yöntemler kullanarak, efsaneler efsanesi Sergeant Pepper’s Lonely Hearts Club Band’i ortaya çıkartmıştın. Bu günden tam 30 yıl önce… Sergeant Pepper şarkıları nasıl “yapıldı”? Sonuçta bunların tümü olağanüstü şarkılardı ve halen bir gitar veya bir piyanoyla çalındıklarında bile kulağa güzel gelmekteler. Biraz ayrıntıya girmekte yarar var. Being For The Benefit Of Mrs Kite, Lennon tarafından odasının duvarında asılı bir posterdeki slogandan esinlenerek yazılmış. Şarkıdaki sözcük oyunları yapımcıya bir eski zaman sirki havası çağrıştırır. Bu etkiyi sağlamak için eski tip bir pompalı org (calliope) akla yakın gözükür, ama bul bulabilirsen. Şimdi en dandik klavyede bile bulunan Calliope efekti için Martin, üç sesi birleştirmeye karar verir. Öncelikle bir bas armonika ile ölçünün birinci ve üçüncü vuruşları üflenerek çalınacaktır. Bu işi The Beatles’ın emektar turne görevlisi Mal Evans üstlenir. İkinci önemli sorun Lennon’ın da istediği gibi nakaratın sonundaki dönelen melodik yapı için bir çözüm bulunmasıdır. Lennon bir orga geçip melodiyi çalar ve Martin de bir diğer orgda hızlı kromatik yürüyüşlerle sesi döndürme efektini sağlamaya çalışırlar. Fakat Martin bu hızda çalmayı başaramaz. “Teybin hızını 30 inçten 15 inçe düşürdüm, John’a bir oktav aşağıdan ve yarı hızda çalmasını söyledim. Kromatik yürüyüşü çalmak için iki katı fazla zamanım vardı ve rahatça çaldım; teybi normal hıza getirdiğimde ortaya çıkan sonuç tatmin ediciydi.” Ancak sirk havasını sağlamak için halen bir sese daha gerek vardır. Bunu kolaylıkla sağlayabilecek synthesizer’lar o zamanlar henüz icat edilmemiştir. Eski pompalı org kayıtlarının peşine düşülür. Ne yazık ki bunlardan da çok az sayıda kalmıştır ve hepsi de bildik melodilerdir. Bir yığın telif hakkı sorunuyla uğraşmamak için taş plaklardan iki tanesi teybe kaydedilir. Daha sonra Martin kayıt mühendisine bu bandı 35 cm’lik parçalar halinde doğramasını söyler. Parçalar havaya atılıp karıştırılır ve daha sonra rasgele birleştirilir. Gerçi çoğu parça doğru sıradadır ama en azından ters dönmüştür ve sonuçta hiç bir bilinen şarkıya benzemeyen ama kesinlikle pompalı orgla çalınmış bir partisyon çıkar. Bunu, efektin arka planı olarak kullanırlar. “Sonunda aradığımız sirk efektini elde etmiştim. John’ın da hoşuna gitmişti ve inanın ki ona bir şey beğendirmek hiç de kolay değildir.”
Ya çok kanallı kayıt öncesi ne yapıyorlardı? Hani şu bütün müziğin tek seferde çalınıp okunduğu zamanlarda… Buna bulduğu çözüm gayet basit, hem her enstrümanın ses yapısına uygun farklı türde mikrofon kullanmak, hem de enstrümanları doğal denge içinde algılamayı sağlayacak biçimde konumlandırmak. “Abbey Road’daki 1 numaralı stüdyoda çok sayıda klasik müzik albümünü bir ya da bilemediniz iki mikrofonla kaydettim.” Martin, The Beatles’ın ilk albümünü (10 şarkı içerir) stereo bir teybe yalnızca 12 saatte kaydetmiştir.
Daha önceleri ünlü gitarist Les Paul’ün başlattığı iki teybi eşzamanlı kullanma tekniği gelişerek bir süre sonra çift kanalı kayda kadar ilerlemişti ama, gerçek anlamda çok kanallı kayıt tekniğinde öncülük George Martin’de kalmıştır. Sergeant Pepper’ı 4 kanallı teyple gerçekleştireceğini duyanlar önce bu kadar kanalı nasıl yöneteceğini merak etmişlerdi. Günümüzde 64 kanalın bile bazen yetersiz kaldığını iddia edenlere ne demeli? Martin bazı şarkılarda, önce bas gitar ve davulu birinci kanala, gitarları ikinciye, şanı üçüncüye kaydeder; dördüncü kanalı ise gitar soloları, geri vokal ve ses efektlerine saklar. Karmaşık şarkılarda ise 4 kanal yetersiz kalır ve ilk 4 kanal kayıt başka bir 4 kanallı teybin 2 kanalına indirgenir. Boşta kalan 2 temiz kanalda farklı öğelerle doldurulur. Tabii bu ara indirgemede zorunlu bir jenerasyon kaybı olacaktır. “Bunun üzerine bir birinden bağımsız bir kaç adet 4 kanallı teyp kullandım; nasıl olsa sonradan bunları eşzamanlı hale getirebilirim diye düşünüyordum. 1967 yılında şimdiki teyp eşzamanlama sistemleri yoktu ve bu oldukça zahmetli bir süreç gerektiriyordu. Sonuçta A Day In The Life’ın ikinci bölümünde klasik orkestranın biraz çektiğini (geri kaldığını) fark etmişsinizdir, ama artık çok da önemli değil.”
Pekiyi nedir önemli olan? “Bir yapımcı, fikri sesörgüsüne çeviren kişidir.” George Martin sesörgüsünü yağlı boya bir resme benzetiyor. “Elinizde sesörgüsü renklerinden oluşmuş koca bir palet var. Çok fazla rengi bir araya getirirseniz, rahatsız edici bir sonuç alabilirsiniz.” Aynı durum ses için de geçerli kuşkusuz. Bazen içine doldurulmuş kıvır zıvırdan dolayı bir şarkıyı dinleyemez hale gelebiliyoruz. Martin’e göre bir yapımcı ne kadar ileri gidebileceğini önceden görmeli, efektler birbirini örtmemeli ve temiz bir yorum sağlamak için öncelikle şarkıcının sesi açık seçik duyulmalı.
Kayıt ve mikser odalarında kırmızı ışığa gömülü “ON THE AIR“, kayıttayız. Daha sonra kimler geçti buralardan? En dikkate değer ürünler Paul McCartney’in Tug Of War, Little River Band’in Time Exposure, Ultravox’un Quartet albümleri dikkate değer yapımlar olarak hatırlanacak kuşkusuz. Gel gör ki The Beatles, 90′ların ortalarında eski ıskarta kayıtlarından derlenen Anthology albümlerini toparlarken senden yardım almaya çekinmişti. Gerçi bunda hem en önemli silahın olan duyma yeteneğindeki zayıflama, hem de aşırı titizliğinin payı az değildi. Senin yerine, The Beatles’ın yolundan giden tek müzisyen olarak yıllarca ticari açıdan başarısız bulunan (ve öyle de olan) yazara göre bir üstat olan Jeff Lynn (ex-Electric Light Orchestra, Traveling Wilburys) tercih edilmişti. Bu da yapılır mıydı? Bilemeyiz ama, büyük usta 1993 yılında Q dergisiyle yapılan bir röportajda bakın neler diyor: “67/68′de oluşturduğumuz sesörgülerini, bugün bir düğmeye basarak elde edebiliyorsunuz. İnsanlar bir şey yaratmıyor seçiyor. Kimse bir şey çalmıyor, yalnızca dijital bilgileri birleştiriyor; bu nedenle de giderek verimsizleşiyoruz.”
Kaynaklar:
Martin G.; Making Music; Pan Books; 1983
Q dergisi, Mayıs 1993