Mayıs 2004
Volkan Beyde
KIRK YILDA BİR GÖSTERİLMİŞ KLİP
RockBankcilerin müziğinde uzlaşma sağladığı ve görüşüp hasbıhal etmekten hiç geri çekilmeyeceği rollerlardan birisi Gökalp Baykal. “Her Zaman Bir Şarkı” albümü ve yeni çıkan Bob Dylan kitabını bahane ettik, Levent’teki evine konuk olup sorduk, soruşturduk, nedir bu üretkenliğin sebebi diye. Ayrıntılar satırlarda.
Röportaj öncesinde de konuştuğumuz gibi, “Akustik Anılar”ın üzerinden fazla bir süre geçmeden “Her Zaman Bir Şarkı”yı yayınladınız. Bu kadar yoğun bir temponun içinde nasıl böyle üretken olabiliyorsunuz?
Ne kadar yoğun olursan zamanı o kadar verimli kullanıyorsun. Gerçi, ben daha da iyi kullanabileceğimi düşünüyorum ama şimdilik bu kadar oluyor.
Türkiye’de Bob Dylan külliyatı ile ilgili konuşulacak ilk kişi sizsiniz herhalde. Bu albümde de özellikle Dylan’ı andıran bölümler var, ‘Bir İş Bir Eş’ bunlardan biri.
Dylan’dan muhakkak bir etkilenme olmuştur. Çünkü, Dylan sadece beni değil, bütün dünya müziğini etkilemiş biri. Dylan, Rock Müziğin en önemli taşlarından biri, diğer ucu da Beatles. Herkes Dylan’dan etkilenmiştir, etkilenmemek mümkün değildir. Ayrıca, Dylan sadece 60′larda müzik yapmadı, Dylan müzik yapmaya devam ediyor hâlâ. Çizgisinde yürüyor, ara ara arayışlara girerek. Bundan dolayı yeni kuşak müzisyenler de ondan etkileniyor. Gerek temalarda, gerekse müzikte, armonide çok sağlam temeller atmış birinin, üstüne yeni bir şeyler inşa edilmesi aslında güzel bir şeydir, övünülecek bir şeydir, eğer bunu yakalayabilenler varsa. Ben bunu yakalayabildiysem, benim hesabıma da övünülecek bir şeydir.
Elbette ki Dylan ve 60′lardaki birçok müzisyen şu an müzik yapmaya devam ediyor. Ama, sanki o heyecanı insanlara aktaramıyorlar. Bir yorgunluk var gibi…
Yorgunluk mu acaba? İnsan 60′ına dahi gelse, bir eser ürettiğinde aynı heyecanı duyar, aynı şey Stones için de geçerli, diğer hayatta olan gruplar için de geçerli. Değişen, onların ürettiklerinden çok, onların dinleyicilerindeki değişiklik. Önemli olan o, ya da buradaki farkı yaratan o. Dinleyici değişti, hayat değişti! O yıllarda hitap ettiği toplumla, şimdi ki toplum çok farklı. Şimdi Dylan kalksa 60′lardaki türde bir hitap yoluna gitse, belki de komik bir duruma düşer.
Woody Guthrie, Bob Dylan, Bob Marley gibi isimler bayrağı Manu Chao, Asian Dub Foundation ve hatta Rage Against The Machine gibi gruplara mı devretti?
Aslında onlar devretmiyor bayrağı. Belki de bu kitle, onlardan bayrağı başkalarına devretmeyi talep ediyor. Bu bayrak yarışıysa, istediğin kadar hızlı koş, kendi turunu tamamladığında bayrağı başka birine devredeceksin. 4 kişi mi koşuyor diyelim, o 4 kişiden biri olmak önemlidir. Yarışı kazanırsa bu 4 kişi kazanacak çünkü. Kimse o bayrağı çok uzun süre taşıyamaz, Klasik Müzikteki gibi değil bu. Rock, Jazz veya Pop müzikte o bayrağı devretmeni istiyorlar. Mesela pop müzikte aralar daha kısa, 1-2 yıl. Çok iyi bilmiyorum pop müziği ama çok daha kısa sürede bayrağı veriyorlar, kaybolup gidiyorlar. Rock Müzikte bu daha uzun, daha kalıcı. Bu müzikte her ne kadar bu isimler yarıştan ayrılmasalar da bayrağı başka birine devrediyorlar, pistte başka bir koşucuyu görüyorsun.
60′lar ve 70′lerde üretilen müziği ve aynı tarzların şu an evrildikleri noktayı nasıl yorumluyorsunuz?
Her dönem kendine has bir müzik sedasına, müzik ambiyansına sahip. 50′lerdeki müzik 60′larda büyük bir değişime uğradı. Nasıl ki 50′ler de 40′lara göre bir değişime uğradıysa. Rock’n’Roll’un ilk ortaya çıktığı döneme bakın, Chuck Berry’ler, Little Richard’lar 40′lara göre bir değişimin öncüsüydü. 60′larda Beatles, Rolling Stones gibi topluluklar bir şeyleri değiştirdi, 70′lerde benzer şeyler değişti. Bu 90′larda da böyle. Mesela bir Nirvana çok şeyi değiştirdi. Değişimlerin olması normal, hepsi dünyanın yaşadığı değişimlerle, çalkantılarla ilgili. Müzik bundan çok etkilenen bir sanat.
Geçen albüme göre, bu albümün halet-i ruhiyesinde daha fazla hüzün var gibi geliyor. Ancak hüznün beraberinde getirdiği bir umut var. Albümün isminde de bu göze çarpıyor, “Her Zaman Bir Şarkı”. Böyle bir tarafı da var albümün. Belki de toplamdan çıkan bu.
Hüzün ve umut birbirinin halefi, selefi değil. Biri varsa, biri yoktur gibi bir şey yok.
Bizim gibi, gelişimi sinirli toplumlarda hüzün, umutsuzluğu da beraberinde getiriyor ama!
Getirmesin ama, getirmemeli. İnsan her türlü hüzne gark olabilir ama umudu da üretebilmelidir. Bunun olmadığını düşünmek ölmek demektir (gülüyor).
Son albümünüzde de yer bulan akordeon ve piyano sanki hüznün dışa vurumu için uygun müzik aletleri. Albümünüz de bunu kanıtlar nitelikte.
Ben öncelikle teknik açıdan düşündüm bu aletleri. Düzenlemeleri yapan İsmail Safa Yalbaz’ın asıl enstrümanı piyanodur zaten. Ben eski albümlerde de piyano çalardım. Ama bu sefer, iyi çalınmış bir piyanonun müziğin teknik alt yapısını yükselteceğini, daha teknik bir hava vereceğini düşündüm. Çünkü piyano malûm, armonileri eksiksiz ve tam, çok zengin biçimlere girebilen bir enstrüman. Akordeona gelince, benim hep bir albümde kullanmayı hayal ettiğim bir enstrümandı. Ama ne hüznü ne de neşeyi düşünerek değil, sadece büyük tat kattığını düşünerek istedim bunu. Akordeon çok dominant bir üst yapı enstrümanı, sadece bir dolgu malzemesi değil! Şarkının belli bölümlerini çok güzel vurgulayan, ona katma değer ekleyen bir enstrüman. Kendi öznel kullanımı içinde, Fransız müziklerinde, Rus müziklerinde katkısı daha güçlü olabiliyor. Gerçi oralarda farklı akordeon çeşitleri de kullanılabiliyor. Rock müziğinde daha çok bir süsleme, bir üst yapı enstrümanı olarak kullanılıyor. Yer yer gitar solodan daha baskın görünüyor.
Kimi albümler, şarkılar vardır ki dile getirdikleri birebir bir manifestodur. Misal, Neil Young’ın “This Note’s For You”su. Bu, müzisyenlerin dünyaya bakışını anlamlandırması açısından önemli. Siz son albümünüzde önceki albümlere nazaran daha fazla görüşlerinize yer veriyorsunuz.
Hisler, vurgular önemli. Bazen seyrettiğin bir filmden de etkilenip bir şeyler yazabiliyorsun. İlla başından bir şeyler geçmesi de gerekmiyor. Burada da vurgulananlar o. Mesela “Pişman Olacaksın”da ki gibi bir şey ben hiç yaşamadım ama benim hissettiğim bir şeydi. Kafamdaki bir çelişkiyi dile getiriyordum. Nitekim “Çelişki” şarkısında da düşüncelerin söze dönüşüp şarkının üzerine oturması söz konusu. Ben insanların kendi yaşadıklarını bire bir esere yansıtmalarını garipsiyorum. Romanlara bakın, derler ya “insanların ilk romanı kendini anlatır” diye. Bu benim garipsediğim bir şey, roman bir kurgudur. Bir şeyden etkilenebilir bir insan, duygu birikimleri, düşünce birikimleri gerçekleşebilir. Ama bir eser bir kurgudan ortaya çıkar. Bazı insanlar romanlarında, şarkılarında kendi hayatlarından kesitler koyuyorlar. Hatta son dönemde bunun da rezilliği çıkmış durumda. Eski sevgilileriyle yaşadıklarını neredeyse bir anı defteri gibi roman diye çıkartıyorlar, gazetelerden takip ettiğim kadarıyla…
60′lardaki bir çok Rock müzisyeni 68 hareketinin lideri konumundaydılar. Bu muhalifliklerinin yanında, yazdıklarının edebi olmaları gibi bir durum da söz konusuydu. Dylan müziğin arka planda olduğundan bahsediyor bir röportajında. Gökalp Baykal nasıl bakıyor, müzik ve söz ilişkisine?
Biri diğerinden daha önemlidir demek doğru değil ama, sanıyorum öncelikle müzik. Bazı açılardan bakınca da önce sözler diyorum. Ama ben bunları hiç ayrı ayrı düşünmedim, her ikisinin birlikte yer alması lazım bunların. Elimden geldiğinden daha fazla çaba sarf ediyorum sözler için, Türkçe’nin güzel, düzgün kullanılması için de uğraşıyorum. Kelimelerin ölçüye oturması, bir vezni olmalı yerine göre. Kafiye çok saplantılı olduğum bir şey değil, ama ölçü önemli, bununla birlikte prozodi önemli. Bakın kaç faktörden bahsettik, Türkçe’nin kullanımından yola çıkıp, Türkçe’ye bir şarkının oturmasına kadar geldik. Ama bir şarkı önce bestedir, iyi bir beste sözler olmadan da kulağa hoş tınlayabilir.
Son albümünüzde müzikal bir bütünlük varken söz kısmı da es geçilmiş değil. İmgelemeler çok kuvvetli, bu anlamda ilk aklıma gelen de ‘Kapatıyoruz’. Buradan yola çıkarak, Dylan’ın söylediklerine müziği de eklemek gerekiyor galiba.
Dylan’ın sadece yazdığı sözlerle tanınması genelde düşülen bir yanlış. Aslında Dylan çok güçlü besteler yapmış birisi.
Aslına bakarsanız benim görüşüm de o yönde.
Tabii ki, eminim ondan (gülüşmeler). O yanliş imaj herhalde şu şekilde oluşuyor; Bir Dylan şarkısını Joan Baez, Judy Collins, Steve Howe söylediğinde parçaların daha bir güçlü olduğunu görüyoruz. Dylan biraz baştan savmacı bir adam, yeni basımdaki kitapta yer alıyor bu görüşüm. Hadi gelin, bir el verin şu şarkıları kaydedelim türünde düşünüyor hep. Biraz aceleci, kendi yaptığından sıkılan, bir şarkiyi bir daha çalmak istemeyen, ilginç biri Dylan. Onun yerine yeni bir şarki yapmayı tercih ediyor. “Freewheelin” albümünde 10 şarki var ama stüdyoda 20 şarki kaydediyor bildiğim kadarıyla. Onlar, daha sonra “Bootleg Series” adli albümde yayınlandı. Yani bir albümlük daha parçayı orada çöpe atıyor, hepsini birer kere çalıp geçmişler. Ama, daha sonra farklı isimler bu şarkıları kaydedince ortaya çıkıyor ki Dylan’in yaptıkları çok iyi besteler.
Bob Dylan’la ilgili yeni kitabınız yayınlanacak ilerleyen günlerde (siz röportajı okuduğunuzda kitap piyasaya sürüleli aylar oldu-VB). Özellikle 90 sonrasındaki gelişmeleri de içermesi açısından kritik ve Dylan’la ilgili en kapsamlı kaynak olacak.
Daha önceki iki kitapta yer almış bilgiler mevcut zaten. Bunlara 12-13 yıldaki gelişmeler eklendi. Güzel, doyurucu bir kitap ortaya çıkarmaya çalıştım. Tabi buna eleştirmenler karar verecek. Amacına ulaşırsa bu kitap, en azından Türkçe’de çıkmış en kapsamlı kitap olabilir. Dylan literatüründe çok fazla yayın var, artı Dylan kendi anılarını da yayınlamaya başladı, “Chronicles” diye. İlk cildi şu anda çıkmış durumda.
Türkçe’de diye eklemem gerekiyordu, haklısınız (gülüşmeler). Hakikaten de Dylan’ın yaptıkları müzikte bir miladın başlangıcı. Bildiğim kadarıyla dışarıdaki bazı üniversitelerde Dylan araştırma konusu olarak görülüyor. Toplum bu kadar değişikliğe uğramasına rağmen taraftar bulabiliyor müziği.
Tabii! Sadece bir besteci değil, bir söz yazarı aynı zamanda şair, bir song writer. Dolayısıyla bu tip araştırmalara konu olması çok normal. Türkiye’de bile hakkında araştırma yapanlar vardır, İngiliz Edebiyatı bölümleri var. İlgilenenler, ödev konusu yapanlar olduğunu duymuştum. Bu konuyla ilgilenen biriyle tanışmıştım, kitabınızdan çok yararlandım demişti, şaşırmıştım. Muhakkak ilgilenenler vardır yani. Bizde nasıl karikatür dalında Turan Selçuk bir tez konusu olmuşsa Dylan da olabiliyor, bu sevindirici.
“Bir İş Bir Eş” şarkısında iki farklı armoninin birleşimi söz konusu.
Eski albümlere göre daha fazla uğraşılmış bir albüm bu. Ev ortamında defalarca yapıldı, bozuldu. Bazı şarkılara tat katmak için başka bir şarkıyı gözden çıkarıyorsunuz. Böyle daha iyi olacak, iki şarkılık malzemeyi tek şarkı için kullanalım diye düşünüyorsunuz. “Yaşadığım sürece bir tane daha yazarım onun yerine” diye düşünüyorsunuz (gülüyor). “Belki O Zaman” şarkısında da bunun gibi bir durum var.
İyi bir hikayeci olduğunuzu düşünüyoruz. Anlattığınız hikayelerin hayatınızla bire bir örtüşmediğini söylüyorsunuz. Peki, asıl kahraman kim burada?
Aynı kişi değil, kesinlikle. Nasıl ki bir polisiye yazarı her romanında aynı dedektifi kullanmak zorunda değilse (gülüyor)… Farklı kişiler hatta farklı cinsiyetlerde de olabiliyor.
Peki bu kahramanlar farklı zamanlarda, farklı rollere bürünüyorlar mı?
Herhalde olmuyor, olmaması gerekiyor. Çünkü o zaman iki şarkı birbirinin aynısı olur.
Sormak istediğim olumsuz anlamda değil. Mesela bir kahramanın faklı bir hikayede farklı bir mizaca denk düşmesi gibi.
Her zaman düşmez. Eski,yeni örnek verecek olursam ; “Senin Gibi Bir Kadın” şarkisinin kahramanı hiçbir zaman “Pişman Olacaksın” şarkisinin kahramanı olamaz. Ama belki de yer değiştirebilecekler vardır. Tabii bunu ben bilemem.
“Kapatıyoruz” bir final şarkısı gibi.
Öyle düşünmedim aslında. Onu “Akustik Anılar”da o şekilde yaptık. Belki de o izlenimi o veriyor. Ama orada demo olan tek parça oydu, diğerleri konser kaydıydı. Yoksa kendi başına, bağımsız bir şarki. Keşke 45′lik plak çıkaran bir ülke olsaydık. O tam bir 45′lik şarkisi olabilirdi. Herhangi bir albümde yer almayabilirdi o koşullarda.
Gelelim sevgililer günüyle ilgili çıkardığınız single’a. Sevgililer Günü ile ilgili böyle bir single çıkarma fikri nereden çıktı?
Bir şeyler yapmalıydım. İlla ki yapmalıydım, tıkanmış gibiydim. Zardanadam imdadıma yetişti… BarışaRock (2003) toplu konserinde tanıştık ve karşılıklı güzel bir duygu alışverişi yaşadık. Birlikte bir şeyler yapmak istedim ve “Sevgililer Günü” şarkısını çok iyi yorumlayabileceklerini hissettim. Onlar, gerçekten hoş bir muhalif havaya sahip. Çok da hoş insanlar, düpedüz birbirimize kanımız kaynadı. Beraber sohbetler, biralar falan derken güzel bir dostluk doğdu. Bu dostluğun ilk ürünü de bu single oldu. İleride başka çalışmalar da yapacağımızı düşünüyoruz.
Sevgililer Gününe dair ne düşündüğünüzü az-çok tahmin edebiliyoruz ama yine de “Sevgililer Günü” ve x günlerine yüklenen bu keşmekeş anlamları nasıl yorumluyorsunuz?
Ben kendi doğum günümü bile kutlamıyorum. Babamın ölüm yıldönümünde de şerefine bir kadeh kaldırma dışında hiç bir şey yapmıyorum. Benim sevgim içimdedir, inançlarım da… Yılbaşı, anneler günü, bayramlar… Çok yakınımda ve bir şeyler bekleyen insanları telefonla arama dışında hiç bir etkinliğim yok. Bunların çoğu da yaşlı akrabalarım. Sevgililer gününün ne kadar anlamsız bir şey olduğunu şarkımda yeterince vurguladım sanıyorum. Günmüş… Hangi referansa göre gün? Bırakalım bunları ve önümüzdeki maçlara bakalım.
Zardanadam soundunuza yakın işler yapmamasına karşın ortada bir yerde buluşmak zor olmadı mı?
Neden benim sounduma aykırı olsunlar ki? Bu yaklaşımı anlamakta güçlük çekiyorum. Birlikte provalarda çok uyumlu bir grupsal işbirliği yakaladık. Ben çok farklı soundlar kullanırım biliyorsun. Akustik gitarı elime aldığımda farlı, elektro gitarı aldığımda farklı olurum. Sonuçta çalınan Türkçe sözlü özgün bir müzik ve bunun adı rock and roll. Ortak duygular yakalandığında soundlar da kaynaşıyor. Ben bundan memnunum.
Yeni albümünüzün kayıtları ne durumda?
İyi durumda. Kayıtlara başladık. Bir kısmını Mine Erkaya’nın stüdyosunda, bir kısmını da benim ev stüdyomda kaydedeceğiz. Elektro akustik bir albüm hayal ediyorum, demolar onu gösteriyor. Yeni şarkılar ağırlıkta elbette, belki bir kaç da geçmişte sumen altında kalmış şarkı olabilir. Safa ile sürekli çalışıyoruz. Davulda Koray, basta Cenk olacak. Davulsuz şarkılar hazırladık bir kaç tane, davul olduğunda ise fazlasıyla sertleşeceğiz.
Not: Oysa durum biraz farklı oldu ve ev kayıtlarından vazgeçildi; şarkıların tümü daha önce “Her Zaman Bir Şarkı” albümünü ve “Sevgililer Günü” single çalışmasının kaydedildiği, Mine Erkaya’nın stüdyosunda kaydedilecek. Yeni şarkılar iki ayrı albüm halinde hazırlanıyor, koşullar elverirse belki de bir “double” albüm olacak.
Bu arada, son albümün promosyon çalışmaları nasıl gidiyor?
Küçük firmaların her zamanki problemidir bu. Az yatırım, az baskı, az tiraj. Üretilen müziğin ilerlemesinde bir engel bunlar. Her zaman dile getirdiğim şeyler işte.
Sadece küçük firmalar mı? Büyük firmalardan albüm çıkaran grupların, bu sorunları aştığını söyleyebilir miyiz?
Evet. Büyük, küçük bütün firmaların müziğe bakışını sorgulamak gerekiyor belki de. Büyük firmaların da doğru dürüst tanıtım ve dağıtım yapmadığına şahit oluyoruz. Küçük firmalar da onların yolundan mı gidiyor bilemiyorum. Daha iyi şeyler tabii ki olabilir.
Peki, sizce varolan bu kabuğu nasıl kıracak dinleyici?
Cevabı aslında sorunun içinde gizli! Bu albümler insanlara ulaştırılmayınca kimsenin haberi olmayacak, onlar da dinleme arzusu duymayacaklar. İnsanlara ulaşmadıkça hiçbir şey daha iyiye gitmez. Şu anda olduğu gibi, giderek daha kötüye gider. Şu an baktığımızda Rock müzik programları TV’lerde çok az yer buluyor, radyoların durumu da çok farklı değil sanırım. Eko TV gibi bir kanal kapandı, bir kaleydi orası. Rock çalan radyolar da Türkçe çalmıyorlar. TRT’de de bir denetim mekanizması var, gerçi benim şarkılarım denetimden geçti, ama geçemeyecek durumda olan gruplar vardır. İnsanlara ulaşıldığı dönemi hatırlarsak ilgi çok daha yüksekti. Ne zaman ki bu konularda problemler başladı o zaman çıkan albüm sayısı da düştü, çıkanların satışları da azaldı. Ve sonuçta bu duruma geldik.
Bahsettiğiniz yıllarda da müzisyenler müzik endüstrisinin bu durumundan yakınırdı hep.
Endüstrinin bir yığın parametresi var. Endüstri olabilmesi için müzisyeniyle, plak firmasıyla, barıyla, dergisiyle, gazetesiyle, radyosuyla, televizyonuyla hepsinin bir bütün oluşturması lazım. Şu anda müthiş bir kopukluk var arada. Yoksa, orada burada çıkmış bir kısım yazılar, kırk yılda bir gösterilmiş bir klip yada bir radyonun bir köşesindeki küçük bir programda çalınmış bir müzik olarak, kopuk noktalar olarak kalır.
www.delikasap.com