“Bir ağaç, bildiğimiz kadarıyla, hiç bir şekilde çevresiyle ilgili bir merak belirtisi göstermez; bir sünger veya istiridye de göstermez. Rüzgar, yağmur, okyanusun akımları, onlara gerekli olanı getirir, onlar da gelenden alabildiklerini alırlar. Eğer olayların rastlantısıyla önlerinde ateş, zehir, yırtıcı hayvan ya da parazit belirirse, ölümleri de yaşamları gibi kadere boyun eğerek ve zavallıca olur. Bununla beraber ilk yaşam şekillerinde, bazı organizmalar kendi başlarına hareketi geliştirdiler. Bu çevreyi denetim altına almaları yolunda müthiş bir ilerleme demekti. Hareket eden bir organizma, yiyeceği kendisine gelmesi için pasif bir durumda beklemeyecekti artık; kendi besininin peşine takılacaktı.”
Amerikalı bilim adamı ve bilim kurgu romancısı ve hikayecisi Isaac Asimov, 1972′de yayınlanan, E Yayınları tarafından dilimize aktarılan Bilim Rehberi adlı kitabının ikinci paragrafında böyle söylüyor (sayfa 11). Merak konusunda, bilindiği gibi çok çeşitli yaklaşımlar ortaya atılmıştır. Merakın kediyi öldürdüğü gibi iddialar oluşmuştur, her ne kadar meraksız canlılar için de aynı tehlikeler söz konusu olsa bile. Merak bilgiye ulaşmamızda en önemli yardımcılarımızdan biri gibi görünse de, belki de en önemli ve ilk işlevi beynimizi, bilgi gibi bir besine gereksinimi olup olmadığı konusunda taciz etmektir. Evet merak bizi taciz eder, rahatsız eder, huzursuz eder ve sıvaları kırıp duvarın yapı malzemesini keşfetmemiz yolunda ısrarcı davranır. Duvarın duvar olmasında, badana veya kağıt kaplı bir yüzey olmaktan daha önemli bir içeriğin rol oynadığını bize hatırlatır, hatırlatmakla kalmaz, sıvaların altını görmemizin gerekliliğini de ispatlar. Tabii biz merak etmeye hazırsak…Merak ettik, araştırdık ve bulduk… İş buraya kadar mı? Burada yine az önce adı geçen kitabın çok ilerideki satırlarında (sayfa 548) Asimov’a kulak verelim: “Kağıdın parşömenin yerini alması üzerine kitap ve diğer yazılı malzemenin basımı ve dağıtımı artmıştır. Çağdaş zamanlardaki buluşlardan önceki hiç bir buluş bu denli süratli bir yaygınlığa kavuşmamıştı. Matbaanın icadından 25 yıl sonra 40 bin adet kitap basılmıştı. İnsanoğlunun bilgi kayıtları artık yalnızca kralların emrinde elyazması kitaplar şeklinde ölü kalmıyor, okumasını bilen herkesin hizmetine giriyordu. Halkoyunun fikirlerine tercüman olacak broşürler basılmaya başlamıştı. Martin Luter’in Papalığa başkaldırışı matbaa makinesi sayesinde olmuştur. Yoksa bu başkaldırış bir kaç kişi arasında özel bir tartışmadan ibaret kalırdı. Ve yine matbaa makinesinin icadıdır ki bugün bildiğimiz şeyin yaratılmasında en önemli araç olmuştur. Bu vazgeçilmez araç, fikirlerin geniş kitlelere yayılmasını sağlamıştır. Yoksa bilim, bir kaç meraklı arasında özel mektuplaşma sorunu olarak kalırdı. Böylece bilim, daha çok meraklıyı bir araya getiren geniş bir faaliyet alanı oluyordu. Kuramların hemen deneyden geçmesine yol açıyor ve sürekli yeni ufuklar açıyordu.”
Fazla söze ne gerek…
Gökalp Baykal