Derya Bengi
Bu söyleşi Roll müzik dergisinin Mayıs 1999 sayısında yayımlanmıştır.
“Artisan gibi çalışıyorum” diyor Gökalp Baykal. Sözlüklerde “artisan”ın karşısında “zanaatkar” yazıyor. Zanaat dediğin ustalık istiyor ama iş deseniz bildiğimiz iş değil, sanat deseniz bildiğimiz sanat değil. Gökalp Baykal, her halükarda o sihri kendinden menkul “profesyonel” sözcüğünün uzağında duruyor. Ama yıllardır mola vermeden içtenlikle Türkçe sözlü rock çalışmaları yapıyor. Bu topraklarda yapılmış en iyi rock şarkılarından biri olan “Karantina”nın da içinde bulunduğu “Yabancılar” albümünü yeni yayınlayan Baykal’la müzik macerasını konuştuk…
İlk besteni hatırlıyor musun?
Gökalp Baykal: “Üç dünya” diye bir parçaydı. Çok basit, üç akorlu, ama hala da yaşayan bir parça. Sene 81′di. İlk defa elime adam gibi bir enstrüman aldığım andan ilk besteye kadar birkaç sene geçmesi gerekti tabi.
Geçen 18 seneyi şarkılarındaki değişimlere göre çeşitli devrelere ayırabiliyor musun?
İlk başlarda çok fazla folk ya da daha balad türü şeylerdi. Çalış ve söyleyiş tekniğim ona elveriyordu. O kadar geç yaşta başlayınca insan sesini bile kontrol etmekte zorlanıyor.
Geç başladığını mı düşünüyorsun?
20-21 yaş civarlarında başladığıma göre, evet. Farklılaşmalar aslında sözlerde daha belirgin. Başlarda şarkı sözünün şiirsel olması gerektiğini düşünürdüm. 80′lerin ortasında daha sert makamlara yaklaştıkça sözlerde de farklılaşma oldu, daha doğrudan anlatım içeren ifadeler girdi. Ama her zaman bir miktar gizli bir şeyler ya da dolaylı anlatımlar olmuştur… Bir müzik eğitimim olmadığı için, pek çok kişi gibi dinlediklerimden ister istemez etkilendim. Dinlediğim şeylerin değişmesinin de etkisi oldu.
Zaman içinde şarkıları grup formuna göre mi tasarlar oldun?
Evet. Daha önce de bir grubum vardı, fakat grup bildiğini çalıyordu aslında. Ben sadece besteleri yapıyordum. Onlara hakim olabilecek bilgiye sahip değildim. Gitgide besteleri bir gruba göre düşünmeye başladım. Davulları, bası eskiden hiç düşünmezdim. Davulcuyla basçı uygun bir şey çalarlardı işte. Bunun beni tatmin etmediğini bilirdim, fakat onlara daha iyi bir şey öneremediğim için kabullenirdim. Ben hiçbir zaman virtüöz olamadım.
Hiç istedin mi virtüöz olmayı?
Hiç düşünmedim, istemedim de. Gerçi “Ağustos 1996″daki her şeyi ben çaldım ama içinde bir virtüozite yok sonuçta.
Sen istemedin ama bazıları da istiyorlar… Seni güdüleyen şeylerle onları güdüleyen şeyler çok mu farklı?
Ben şarkı yazarlığına ağırlık verdim. Melodi ve sözün üstünde çok fazla duruyorum. Bunu tamamlayan bir şey olarak düşünülebilir. Virtüöz olmaya soyunanlar duygularını enstrümanlarıyla anlatmayı hedeflemişler.
Bunun her ikisinin de olabildiği insanlar var mı müzik dünyasında?
Jack Bruce denebilir… Hem bas gitarda büyük bir üstat, hem de çok iyi bir şarkı yazarı ve şarkıcı. Popüler bir kişi olarak Gary Moore söylenebilir. Steve Winwood da sayılabilir. Duygularını hem şarkılarıyla hem enstrümanlarıyla dile getirebilen insanlar tabii ki var. Ben daha çok şarkı kısmında kalmışım. Bir eksiklik gibi de görmüyorum. Türkiye’den Cem Karaca’yı örnek verebiliriz. Bir zamanlar çok iyi şarkılar yazmış bir kişi. Ama hiçbir zaman bir enstrüman becerisi olmamış, bunun üstünde de durmamış.
Senin kendine yakın hissettiğin insanlar hangileri?
Şarkı yazarları daha önemli. Neil Young, Paul Simon, Bob Dylan, Leonard Cohen’i örnek gösterebiliriz.
Virtüözlerin dili bir dinleyici olarak seninle temas kurabiliyor mu?
Belli ölçüde evet. İlk dinlemeye başladığımızda o İngilizce sözlerin çoğunu anlamıyorduk. Hala da pek çoğunu anlamam. Müzikleri daha fazla hitap ediyordu. Önemli olan da melodi. Şanın arkasındaki melodi ve solo melodi. Daha çok müziği bunlardan aldık, öyle sevdik. Paul Simon’ın çok sevdiğim “Duncan” diye bir şarkısı vardır, lise çağlarında ne söylediğini anlamıyordum. Anladıktan sonra daha farklı bir şarkı gibi görmeye başladım. Bana başka duygular veriyordu, sonra okuyunca başka şeyler aldım. O dönemdeki virtüözlerin yaptığı şeyler de bana nüfuz edebiliyordu. Halen de ediyor. Yeni müziklerde de bazen o eksikliği duymuyor değilim. Kendim virtüöz olmaya hiçbir zaman çalışmadığım halde, yeni müziklerde bazen bu eksikliği hissediyorum.
Yeni müziklerden kastın ne?
Belki 90′dan sonraki müzikler.
Takip ediyor musun?
Az… Çok fazla takip edemiyorum.
İlk gençlik yıllarından sonra hayatına başka gruplar, şarkıcılar girmedi mi?
Mesela daha sonradan, 80′lerin ortasında tanıdığım The Cure benim için hala çok mühim bir grup.
Üstelik virtüozite eksikliği olan bir grup.
Evet. Ama çok mühim bir grup. Beylik bir örneği, Nirvana’yı vereyim. “Unplugged” albümünü yapana kadar benim için doğrusu hiçbir şey ifade etmemişti. Belki “Kör öldü, badem gözlü oldu” denebilir, bilmiyorum, ama sonradan hoşuma gitti. Daha çok BBC, MCM gibi yabancı kanallardan kulağıma çalınanları izliyorum. Beğenmek beğenmemek meselesi de değil. Melodileri de çok fazla bir şey hissettirmiyor bana.
Kaç yaşındasın?
40′ladım. 59 doğumluyum.
Sesli düşünelim… 40 yaşındaki bir insan acaba 22 yaşındaki birinin yaptığı müziği otomatikman küçümsüyor mu? Sen 20 yaşında Paul Simon o zaman neredeyse 40′lamıştı, yani sen abini örnek alıyordun bir bakıma. Ama sen şimdi 40 yaşındaki biri olarak 25 yaşındaki çok iyi bir müzisyeni dinlediğinde, aradaki o 15 yaş farkı beyin bilinçsizce devreye mi sokuyor acaba?
O gözle bakmadım. Yaşları benden küçük diye, hiçbir zaman tıfıllar diye kimseyi küçümsemedim. Futboldan örnek verirsek, bir zamanlar futbolcular bizim için ilahtı. Hala futbol izlerim, şimdiki futbolcuları artık gözümde büyütmüyorum. O zamanlar Cemil Turan, Yasin Özdenak, Gökmen Özdenak bizden yaşça da büyüktüler ve çok mühim kişilerdi. Belki de biraz Yasin’le Gökmen mahallelimiz oldukları içindir, bilmiyorum… Şimdiki futbolcular doğrusu çok fazla beni etkilemiyor. Futbolcular için bu söylenebilir. Ama müzikle uğraşan bir kişi olarak hiçbir müzisyeni gözümde ilahlaştırmıyorum. En azından son 20 sene ilahlaştırmadım. Kimseye tıfıl gözüyle de bakmıyorum. Mesela Beck’i de beğeniyorum. Johnny Cash bile son albümünde açılış parçası olarak Beck’in şarkısını kullandı, çok hoşuma gitti. Beck’ten o şarkıyı BBC’de canlı olarak dinledim, maalesef iyi yorumlayamıyordu. Dönüp dolaşıp melodi eksikliğine getirmek istiyorum konuyu. Yoksa bir zamankinden daha ilginç konuları da anlattıklarını zannediyorum şarkılarında. Şarkı sözlerinin hayali dünyadan daha ayakları yere basan bir dünyaya indiğini biliyorum.
Sen Bakırköylüsün… 60′larda Cem Karaca’ları yetiştirmiş bir semt. 80′lerde müzikte böyle bir mahallelilik duygusu hala yaşıyor muydu?
Hayır, 70′lerde bile kalmamıştı. Ben Bakırköy’de oturuyordum ama, okula St. Benoit’ya, Karaköy’e geliyordum. Yavaş yavaş mahalle arkadaşlığı kopmaya başlamıştı. Çevremde müzikle uğraşan yoktu. Lisede ilgili arkadaşlarla, dışardan gelen, memlekette bulunan plaklardan oluşturulan minik arşivler sayesinde başladı. 80′lerin ortasına doğru Kramp çıktı. O yıllarda edindiğim arkadaşlardır onlar. Onun dışında Avcılar ekolü filan dendi, ama dişe dokunur bir şey çıktığını ben hatırlamıyorum en azından.
Zevklerin biraz heavy metale döndüğü zamanlardı onlar değil mi?
Evet, döner gibiydi. Metali ben hiçbir zaman sevmedim. İzlemiyordum. Onda da ben melodi bulamıyorum, sözleri de cezbetmiyor. Ama Kramp hiçbir zaman heavy metal müziği yapmadı, iyi bir hard rock grubudur. Sonra Kadıköy ekolü, Bakırköy ekolü diye ayrışmalar oldu, ama ben artık bunların dışındaydım.
Rock camiası denen bir şey var mı İstanbul’da? Sen kendini içinde hissediyor musun ya da hissettiğin dönemler oldu mu? “Rock’çı” gibi bir kimlik edindin mi kendine?
Amatör müzisyen olarak bir kimliğim var, ama rock’çı, folkçu, popçu gibi bir kimlik edinmedim. Öyle bir çevre varsa da, içine doğrudan girmedim. İlk dönem gruplarından bir sürü arkadaşım oldu ama, benim arkadaşlarım sadece rock ya da caz müzisyenlerinden ibaret değildi. Hiçbir zaman kendime mimar diye de bir kimlik oluşturmadım. “Biz mimarlar….” diye bir şey demedim.
Sadece müzik yaparak yaşayabileceğin bir hayat düşlemedin mi hiç?
Böyle bir şey olsaydı Türkiye’de, bunu isterdim doğrusu. Bir besteci ve söz yazarı olarak yaşamayı tercih ederdim. Şarkı söylemeye gitar çalmaya çok meraklı değilim. Çeşitli dönemlerde çalıştığım müzisyen arkadaşlarım benim şarkılarımı söylediler ama, sonunda “bu şarkıları çıkıp ben söylersem daha iyi olacak” diye düşündüm… Ben o dünyanın dışındayım. Şimdi müziğin bir endüstri olduğu söyleniyor. Ama ben o endüstrinin de dışındayım. Daha artizan gibi çalışıyorum galiba.
“Yabancılar” albümündeki şarkılar 10-15 senenin içinden seçilmiş şarkılar. Senin müzik hayatının bir özeti gibi… niye bunu tercih ettin?
Amacım eski demolardaki bazı parçaları adam gibi kaydedip sunmaktı. “Best of…” gibi bir amacım yoktu. Olmayan bir şeyin “best”inden söz edilemez zaten. Elimde rahatlıkla bir albümden daha fazlasını dolduracak kadar yeni parça vardı. Sonra demoları adam etme fikrine döndüm, sonra iki fikir birbirine karıştı. Birbiriyle iyi tınlayacak, bir konu bütünlüğü değil de, bir hava bütünlüğü verecek parçaları seçtim. Şu anda sırf Türkçe sözlü olarak 90′a yakım şarkım var.
Ama üstlerine tarih notu düşülmemiş olsa bütün şarkıların daha kısa bir zaman diliminde yazdığını düşünebiliyor insan…
Bunu duymak beni mutlu eder. Birkaç yılda bir insanların fikirlerinin, politik görüşlerinin bile değişmesinin söz konusu olduğu bir ortamda yaşıyoruz. Eğer korkunç sapmalar olmadıysa mutlu olurum.
Sen nereden para kazanıyorsun?
Bilgisayar destekli tasarım kitaplarından kazanıyorum. İki üniversitede de ders veriyorum. Mimarım, ama yıllardır mimarlık hiç yapmıyorum. Daha çok grafikerlere, mimarlara, endüstri ürünleri tasarımcılarına yönelik tasarım programlarında uzmanlaştım.
Zamanında müzikle uğraşıp meslek hayatının hayhuyu içinde enstrümanını tamamen rafa koyanlar da var. Senin hayatında böyle bir şey olmadı galiba…
Öyle olmadı, hiç olmadı. Müziğe daha fazla zaman ayırmayı da çok isterdim. Diğer yaptığım işler ister istemez müziğe ayırdığım zamanı azaltmıştır. Mimarlık yaptığım zamanlar oldu, basında çalıştığım, teknik dergiler hazırladığım dönemler oldu, o zamanlarda ancak işten eve gelip aletini kapan ve bir şeyler çalan bir insandım. Gündüzleri yüksek çalışma temposu, akşamları ve hafta sonları müzik. O demo kasetler maaşlı çalıştığım yıllarda çıktı. Bir dönem, 87 herhalde, işsiz kaldığım dönemde ilk kez profesyonel olarak müzik yaptım ve sadece müzikten para kazandım. Şimdi Aktüel’de çalışan Murat Tunalı bas çalıyordu, ben de gitar çalıp şarkı söylüyordum Çatı Restoranda. Bu bile müzikten para kazanılabilir, müzik para için yapılabilir fikri uyandırmadı bende. O camianın içinde olmak istemedim. Düzenli bir işte çalışmaktan vazgeçtiğim son dört-beş sene içinde müziğe daha fazla ağırlık verme şansı bulmuşumdur… Müzikte beni sıkıştıran yok, şunu yap, bunu yap diyen yok. Catwalk’la yaptığımız EP’nin birkaç ay sonrasında “Yabancılar” albümünü çıkarmış olmam, endüstriyel açıdan çok büyük hata belki. Endüstriyel gözle değil, artizanal gözle baktığım için bunlar benim kendi doğrularım… Herkes müziği önce kendi için yapar. En endüstriyel düşünenler bile böyledir. Daha sonra çok daha geniş bir kitleye bir anda hitap etmeyi hayal ediyordur belki. Benim esas düşündüğüm 100 kişilik kendi çevreme öncelikle hitap edebilmek. Hiçbir şekilde dudak büktürmeyecek, “sen de bunu yaparsan artık!” dedirtmeyecek bir şeyler yapmak. Ben bu dar çevremi önemsiyorum. Farklı kültürlerden gelmiş, farklı yaşlarda insanlar bunlar. Bütün idealin bu mu diyeceksin? Tabii ki herkes ister yaptığı şeyin çok daha geniş kitlelere yayılmasını. İstemiyorum dersem yalan söylemiş olurum. Eğer ulaşırsa, insanların hoşuna gideceğini, onlara yararlı bile olacağını düşünüyorum. Ben herhangi bir amatörün de müzik yapabileceğini kanıtladığıma inanıyorum… İnsan genellikle etkilendiği ve düşünü kurduğu şeyler üstüne yazıyor. Sokakta gördüğüm hiçbir şeyi doğrudan yazmıyorum. Düşünü kurduğumuz ya da kabusunu gördüğümüz şeyleri yazabiliriz hepimiz. Ben öyle yapıyorum en azından. Zor değil. Bir şarkı yazmak istiyorsa insan, yazabilir.
Senin yaptığın müzikte Türkçe söz geleneğinden söz edilebilir mi? Yoksa referansların hep Bob Dylan’lar falan mı?
Bizde o kadar keskin ayrımlar var ki. Türkçe rock’n’roll müziği ile Türk pop müziği arasında bile kesişen bir şey bulamıyorum. İkisinin şablonu o kadar farklı ki.
Sanat müziğinin, halk müziğinin çok daha oturmuş sözel dünyaları var.
Evet, onlar yüzyıllardan beridir öyle, diyecek hiçbir şey yok. Bir zamanlar etkilendiğim isimleri göz önüne alalım: Cem Karaca, Feridun Hürel, bir ölçüde de Barış Manço…
Cem Karaca hariç diğerleri halk müziği geleneğinden geliyorlar ama…
Hatta Cem Karaca’nın da uzun bir dönemi öyle. Yine de Türkçe rock şarkısı geleneğini başlatan kişi belki Cem Karaca diyebiliriz. Ama sonradan gelenek haline ne kadar geldi, bilemiyorum. Ne kadar kişi bunun izinden gitti? Bir dönem Türkiye’de rock İngilizce icra edildi, Türkçe hiç kullanılamaz hale geldi. Cem Karaca’nın başına gelenlerden mi çekiniyordu acaba insanlar? Bir gelenek oluşmadığına inanıyorum. Popla bu kadar büyük bir ayrışma olması da bana garip geliyor. Çok az bir kelime haznesiyle güreşiliyor. Bu küçük dağarcığın geliştirilmesi lazım. Özellikle rock’n’rol’da ya da pop müzikte çok daha geniş bir anlatım olanağı var. Geleneksel müziklerden daha özgür bir ortam var; fakat bakıyoruz, geleneksel müziklerden daha küçük bir dağarcıkla karşılaşıyoruz. Bu genişlediği zaman bir gelenek oluşacak. Bir zaman bir şarkının içinde “parka” kelimesinin geçmesi, “gözünü çapak aldı” ifadesi filan çok değişikti. İnsanlar “Aaa, bu ne yaa” demediklerinde gelenek oturacak. Benim de çabam o yönde: her tür sözcüğün kullanılabilmesi. Kuşkusuz bir uyum kaygısıyla. Komik kaçmayacak demiyorum, komik güzel bir şeydir, gülünç kaçmayacak şekilde rahatlıkla kullanılması önemli. Rock’ın başındaki belalardan biri hala garipsenmesi.
Türkiye’de küçük bir kesimin dinlediği bir müzik rock. Her ne kadar kendini rock camiasının içinde hissetmesen de, senin bu albümünü satın alacaklar, bir şekilde daha önce rock’la alışverişe geçmiş insanlar olacak… Çıktığı ülkelerde son derece popüler olan bu müzik türünü Türkiye’de yapıyor olmak, o dar çevreye hapis olduğunu bile bile yapıyor olmak nasıl bir duygu yaratıyor insanda?
Garip! Rock müzik, çıktığı yerlerde normalde sokaktaki insanların müziği. Bizdeyse elit bir müzik gözüyle bakılıyor. Böyle bir durumda olmayı yadırgıyorum. Ben kendimi elit gibi hissetmiyorum. Halen alışamadım. Benim müziğimi dışarı vurmak için başka bir amacım yok. Şu anda en iyi anladığım müzik bu. Birdenbire caz ya da Türk halk müziği yapmam imkansız.
Sen pekala burada doğdun, büyüdün, Bakırköy sokaklarında bu müziği içselleştirebildin…
Evet, bu garip değil, ama bunun garip olmadığını düşünenler olarak çok azınlıktayız. Bu gerçek.
Sözlerin Türkçe olması dışında senin müziğini buralı kılan bir şey olduğuna inanıyor musun?
Burayı direkt anımsatmıyor olabilir. Hiçbir şarkının arasında şöyle oynak, saray müziğivari bir şeyler hiç gelmiyor bana. Öyle bir nota dizilişi beynimde oluşmuyor. İlla bu toprakların müziği olması gerektiğine inanmıyorum. Müziğin bir yere, bir toprağa ait olması da garip geliyor. Benim yaptığım müzikte geleneksel öğeler yok, ama hiçbir şeyin de taklidi olmadığına inanıyorum.
Catwalk’la yaptığınız blues yorumları için neler söylersin?
Adı konmuş bir türde müzik yapmak amacında değildim. Rock yapıyorum demekten bile bazen imtina ediyorum. Ama o EP’de beraber çaldığımız arkadaşların yaklaşımıyla albüm blues havasında oldu. Olmuşken de olsun dedik. Sözlerin kullanımı rahat; normal bir Türkçe şarkı söyler gibi söylüyorum. Blues vokali taklit eder gibi bir şey yok.
“Yabancılar” albümündeki “Karantina” şarkısına gelelim. Bunu metaforik bir şarkı olarak mı düşündün? Pek çok şarkında bunlarla karşılaşıyoruz: Gemiler, rıhtımlar, korsan masalları, ıssız ada… Çocukluktan gelen bir şey mi?
“Karantina” günümüz insanının kaygılarını anlatan bir şarkı. Gerçi bir uzay gemisi için de yazılabilirdi… Ben gemide hiç yaşamadım. Ama bana çok şiirsel gelen “gemide isyan” teması vardır. Ve gemide isyan kolay bir şey değildir. Gemi ilginç bir şey: Suyun üstünde gidiyor, bir TIR’dan çok farklı. Kendi kuralları, kendi hukuku olan apayrı bir şey. Hepimiz aynı dünyadayız ama gemilerin, denizin ayrı bir dünyası var. Yalnızlığı çağrıştıran mekanlar. Ayağınız karada olduğu zaman o kadar da yalnız değilsiniz. Gemide, bir transatlantik de olsa bir yalnızlık, bir bilinmezlik var. Gemiden suya düştüğünüz anda artık o gemide değilsiniz. Otobüsten yola atlamakla gemiden denize atlamak çok farklı şeyler.
Albümün sound’unu oluştururken nasıl kaygılar güttünüz?
Bu albüm hiç sound kaygısı güdülmemiş bir albüm. Zaten dört ayrı session’da kaydedildi. Şarkılara o günlerde o sound’lar yakıştığı için öyle kullandım.
Daha önce, eski sound-yeni sound tartışmalarının seni kızdırdığını söylemiştin.
Rock’n’roll çıktığından beri topu topu 45-50 yıl oldu. Çok kısa bir süreden bahsediyoruz. Bir standart konmuş değil. Bir gelişme ve değişim var. Böyle bir durumda standartların oluşması gereğinden de söz edilemez. Bugün Cure gibi çalan yok. Bugün o bile eskidi, ama benim için çok büyük bir yenilikti. Joy Division gibi çalan da yok, New Order bile Joy Division gibi çalmıyor. Durmadan bir şeyler değişime uğruyor. Bu 45 yıllık dönemin içinde farklı sound’larda şarkıların yapılabileceğini ve bir albümde yer alabileceğini düşünüyorum ben. Buna öyle yaklaştım. Bir sound’a eski demek onu küçülten bir şey olamaz. Ayrıca ona da eski dememek lazım, çünkü zaten çok yeni bir şeyden söz ediyoruz. 45 senelik mazisi olan bir şey zaten yenidir ve onun içinde kendimize eskiler-yeniler yaratmanın pek alemi yok. Kim kalıp Chuck Berry’ye eski diyebilir? Daha Chuck Berry’nin yolundan giden o kadar az kişi varken…
Sen bir de müzik üzerine yazan bir insansın… Bu çabanın müziğine katkısı oluyor mu?
Benim müziğim yayınlanmadan kitaplarım yayınlanmıştı. Bir müzik dinleyicisinden, müzisyenden daha fazla müziği okuduğum söylenebilir. İki paragraflık bir yazı için bile araştırma yapıyorum. Bulabildiğim bütün kitapları topluyorum. Bu kadar okuma araştırma, yaptığım müziğe ne kadar katkıda bulunuyor, onu söylemek sor. Bu süreçte iyi yazılmış pek çok şarkıyı da inceliyorsun, bunlarla ilgili yapılmış yorumları okuyorsun ve sonra o şarkıyı başka bir gözle de dinleyebiliyorsun. Bir zamanlar aldığından başka şeyler alıyorsun. Müzisyenleri yakından tanıdıkça yazdıkları şarkılardaki yaklaşımlarına başka bir gözle bakıyorsun.
Haklarında bir şeyler okuduktan sonra daha çok sevdiğin ya da gözünde büyütmüş olduğunu hissettiğin kimseler oldu mu?
Sex Pistols’dan bile soğumadım. (gülüyor) okuduklarımdan sonra herhalde normal bir insanın onlardan nefret etmesi gerekirdi. Bugün artık hepsi geçmişte kalmış şeyler. Ama çok şaşırmıştım, çok etkilendiğim gruplardan biriydi. Çeşitli söyleşiler, kritikler okuduktan sonra nefret edilecek insanlar olduklarına inanıyorum, fakat müziklerini seviyorum. Bütün punk için değil bu söylediklerim. Punk bir form olarak beni daha çok cezbediyor. Ne yaşam biçimleri, ne kılıkları kıyafetler, hiçbir şey beni ilgilendirmiyor. Dışavurumlarındaki vahşet ve o enerji beni cezbediyor. Bildiğimiz rock’n’roll gibi değil. Bu formda bir yığın şarkı da yaptım, ama özellikle vurguluyorum: Kopya olmayan.