Gökalp Baykal ile Live Muhabbet (Bölüm 1)

DÜNYAYI KONSERLER DEĞİŞTİRDİ

Derya Bengi

Bu söyleşi Roll dergisinin Temmuz 2002 sayısında yayınlanmıştır.

Malûm, yaz mevsimi, İstanbul’da konser mevsimi, festival mevsimi. Gelenin gidenin haddi hesabı yok… Biz de muhabbetimizi mevsim normallerinde uydurduk. Yıllardır kurduğu düşü gerçekleştirip mütevazı konser kaydı “Akustik Anılar”ı yayınlayan Gökalp Baykal’la buluştuk, seyrettiği konserleri, sevdiği konser plaklarını, sahne ruhunun, sahne duruşunun nasıl bir şey olduğunu uzun uzun konuştuk, Dylan’dan Springsteen’e “yakınlarımızın” kulaklarını çınlattık…
Son albümün “Akustik Anılar” konser kayıtlarından yaptığın bir derleme. Neden bir konser albümü yayınlama ihtiyacı duydun?
Hep hayalimdi. Ben konser albümlerini normal albümlerden daha çok seviyorum ve mesela best-of’lardan daha anlamlı buluyorum.
Bir konser albümü dinlerken, insan kendini o konsere gitmiş gibi düşünüyor, değil mi?
Evet, “ben de seyircilerin arasındayım” hissi. O ambiyans, seslerin, alkışların, çığlıkların ötesinde, çalanların dışavurumlarından da o havayı hissediyorum. Eagles gibi “perfect” gruplar var. Plakta yaptıklarının aynısını konserde çalabiliyorlar. Ama konserde dinlediğimde, beni şarkının içine daha çok çekiyorlar.
Bu o kadar övünülecek bir şey midir? Hep söylenir: “Vay be, plaktaki gibi çaldı valla.”
Bence önemli. Bu çok zor bir şey. Plakta çok farklı bir prodüksiyon süreci var, üst üste kayıt olanakları gibi. Sahnedeyse hiçbir şey yok. Çıkıp çalacaksın. Eksik enstrümanlar olmasına karşın aynı havayı yaratmak müthiş. Stüdyonun sağladığı olanakları, Pink Floyd falan değilsen, en iyi sahnelerde bile sağlamak çok zor.
Bunun tam tersini de övgü gibi hep duyarız: “Vay be, stüdyoya girdiler, konser verir gibi beş dakikada kaydedip çıktılar!”
Stüdyo kaydını o şekilde yapınca çok güzel olur, hemen hissedilir.
Stüdyoda stüdyoda gibi çalmak, konserde de konserde gibi çalmak kötü bir şey o zaman. Bu çıkıyor ortaya.
(gülüyor) Şahıslara ve gruplara göre değişiyor aslında. Pink Floyd’un her yerde stüdyoda gibi çalmasını bekliyoruz belki. Ama Dylan’a stüdyoda bile konserdeki havayla çalması daha yakışıyor gibi. Led Zeppelin’e de stüdyoda stüdyoda gibi, konserde konser gibi çalmak yaraşıyor. Yoksa satrançtaki gibi şahla kalenin yerini değiştirmek amaç değil.
Ama konsere farklı beklentilerle gitmek doğal değil mi? Aynı plaktaki gibi çalacaksa niye o konsere gidilir ki? Koyarsın plağı, evinde dinlersin.
Şarkının uzaması, mesela soloların eklenmesi hoş bir şey. Ama en azından plakta olan kısmı konserde görmek istiyor insan… En beylik örneği vereyim, “Hotel California”nın plaktaki finali “fade-out”tur. Ama konserde mikserden kısamayacakları için, mecburen çok güzel bir finalle bitirirler. Bazen bir parça konserde çok farklı versiyonda çalınır. O da çok tat verir. Gene o beylik şarkıdan örnek vereyim: Eagles’ın “Hell Freezes Over” konser albümünde “Hotel California”nın flamenko haline getirilip çalınması… En büyük örnek Dylan. Konserlerinde parçaları sürekli farklı şekilde çalıyor. Onları dinlemekten hoşlanıyorum. Ama bir yığın parçayı plaklardaki güzelliğinde çalmadığı için de yer yer kızıyorum. (gülüyor) Pek çok konser için şunu söyleyebilirim: Aslına yakın, ama tam aslı gibi de değil, iki arada bir derede oldu mu, bende hafif bir itme yaratıyor. Jethro Tull’ı İstanbul’da izledik. Topu topu beş kişi çıkıp plaktakinin aynısını çaldılar. Gerçi aynısı diyoruz ama, tam aynısı değil. Sahnede heyecanlarını katarak çaldıkları için bir güzellik oluşuyor zaten.
İnsan bir albüm dinlerken icabında müziğe veya sözlere takılarak kendi klibini, kendi filmini çekmeye başlıyor. Şarkı seni bir yerlere götürüyor, gözünde bir takım görüntüler canlandırıyor. Ama konser albümlerinin yaptığı şey, seni sadece o konsere götürmekten ibaret.
Evet, insanı sahne görüntüsüne itiyor, sadece ona odaklıyor. Galiba ona da ihtiyacımız var. Rock müziği, sahne görüntüsüyle birleştiğinde devre tamamlanmış oluyor: Müzik, söz ve icra.
Seyircinin yaşadığı cemaat hissi de bu devreye dahil değil mi? Konsere gitmek, topluca yapılan bir eylem gibi.
Bilmiyorum. Ben konser izlerken kendimi çok yalnız hissederim. (gülüyor) Toplumun gösterdiği tepkilere uyum sağlamak zorunda hissetmem. Fazla hareket de yapmam. Buena Vista Social Club konserinde millet bir yerden sonra dansetmeye başladı, ama ben o müziği dinlemek istiyordum. Etrafımdakilerle bayağı tartışmıştım. Ama çok farklı bir infialle herkesin birden ayağa kalktığı anlar olabilir. Mesela Jethro Tull konserinde öyle olmuştu. İnsanlar yürüyüp göğüsleriyle korumaları orkestra çukuruna itmişlerdi. (gülüyor) Konsere gidip illa dansetmek gerektiği inancında değilim. Yalnız başıma izlemek isterim. Yanımdakiyle hiç konuşmam. Kaçak fotoğraf çekerim. (gülüyor) Mesela burada Bob Dylan konserinde başından sonuna kadar fotoğraf çekmiştim.
Makineyi kapıdan nasıl soktun?
Problem çıkmadı. Koca objektifli bir Nikon, sırt çantamın en dibinde montuma sarılı olarak duruyordu. (gülüyor)
Biraz hafıza turu yapalım. İstanbul’da veya yurtdışında en beğendiğin ya da en çok hayal kırıklığına uğradığın konserler nelerdi?
Yurtdışında çok konser izlemedim. Paris’te Humanité bayramında mesela Carte de Séjour’u izlemiştim. İlk büyük konserlerinden biriydi herhalde, çünkü o ismi neden aldıklarını uzun uzun açıklamışlardı. Sonradan Rachid Taha çok farklı yerlere geldi, malûm. Çok değişik gelmişti o konser, canavar gibi çalıyorlardı… Hayatımda ilk defa Maxime Le Forestier’yi aynı konserde gördüm, o da çok iyiydi.
İstanbul’da en beğendiklerin? Jethro Tull konserleri. Dylan konserinden de çok etkilenmiştim. Soğuk davrandı diye millet pek beğenmemişti, ama tek tek herkesi yanağından öpecek hali yok ya. (gülüyor)
Müziğini sevdiğim halde, Joan Baez gibi şarkı aralarında gereğinden fazla konuşanlar beni kopartıyor… Geçen akşamkine maalesef gidemedim, ama on yıl önceki David Byrne konserinden çok etkilenmiştim.
Demin bahsettiğin Jethro Tull konserindeki gibi, insanı bir anda ayağa fırlatan konserdi o da.
Evet, hakikaten öyleydi. Bir de, bizim sahaf Deniz (Pınar) koca bir pankart açmıştı, hatırlıyor musun? “Heads Talking No More” diye. David Byrne şaşırmıştı ve çok hoşuna gitmişti muhtemelen… Normal duruşuyla sahne duruşu arasında bu kadar uçurum olan başka kimse yoktur herhalde. BBC’de oturup konuşurken başka bir adam, gitarı eline aldığı andan itibaren başka bir adam.
Hayal kırıklığı yaşadığın konser?
Buena Vista Social Club. O grubun gitarları ve spanish mandolinleri olmadan gelmesi bence büyük eksiklikti.
1990’daki Santana konserini nasıl bulmuştun?
Çok iyiydi. Sahnede şarap şişesini direkt kafasına dikmesi aklıma geliyor. (gülüyor) Ben sahneye hayatta alkollü çıkmam, ama ona yakışıyor. Çok da hoş çalmışlardı.
Miles Davis, Stan Getz gibi caz devleri geçti İstanbul’dan.
Gidememiştim. Cazla aram zaten biraz limonîdir. İstanbul Festivali ilk başladığında 200-300 kişiye konserler verildiği zaman, hayatta adını duymadığımız cazcılar gelirdi ve resmen giderdik. Açıkhava Tiyatrosu bomboş olurdu, yayıla yayıla, biramızı içerek seyrederdik. Hatırladığım ilk izdiham Omega konserindeydi. Sonunda da halk üstlerine minder yağdırmıştı. Neye uğradıklarını şaşırmışlardı. Sonra yıllarca minder atma hikayesi devam etti, şimdi kesildi, değil mi?
En son 1997’de Massive Attack konserinde hortladı o gelenek.
(gülüyor) İstanbul’daki en güzel konserlerden biri de Theodorakis konseriydi. Misafir sanatçı olarak da Zülfü Livaneli geldi. 1986 yılıydı, sonradan kaseti de çıkmıştı… Spor Sergi’deydi o konser… Spor Sergi deyince, büyük hayal kırıklıklarımdan biri aklıma geldi: Ian Gillan Band. Kılığından kıyafetine –üstündeki o eşofman!– her şeyinde bir gariplik vardı. Rock tarihinin en büyük solistlerinin birinden söz ediyoruz. Kramp’larla beraber seyretmiştik, hiçbirimiz beğenmedik.
Rolling Stones’u seyrettin mi Ali Sami Yen’de?
Rolling Stones, aynı Rolling Stones gibiydi. O turnenin ilk ayağının filmini seyrettim, yani çalışıp gittim o konsere. (gülüyor) Aynı sahneyi yaptılar. O müziğin içinde koca bir tiyatroyu da oynadılar. Çok güzeldi yani.
Patti Smith, Lou Reed, Nick Cave?
İyi ki hatırlatıyorsun. Patti Smith hiç kımıldamadan, oturarak seyrettiğim konserlerden biri. İlkokuldan aşık olduğun birisi, mahallede hep görürsün, ama hiçbir şey konuşamazsın, bir türlü açılamazsın, ama o aşk hep devam eder. Sonra bir başkasıyla evlenir, iyice kudurmaya başlarsın, falan filan… Dudaklarımı ısırarak seyrettiğim, çok etkilendiğim bir konser oldu. Oysa grup çok iyi çalmadı, Lenny Kaye bence biraz keyifsizdi. Ama ne farkeder… Gerçi bir yerde yerimden kıpırdadım, hatta çok güldüm: Patti Smith’in gitarı eline aldığı an. Akustik bir gitar aldı ve kara düzen bile diyemeyeceğim şekilde dangır dungur çaldı. Patti Smith’i elinde bir enstrümanla hayal bile etmek istemiyordum. Neyse ki fazla uzatmadı. Filmin arasına parça konmuş gibi hissettim… Lou Reed’i maalesef kaçırdım. Nick Cave’e ise gitmek istemedim. Bir konser videosunu seyretmiştim, plaklarında dinlediğim müzikle sahnesini bağdaştıramadım. Belki ben onu kafamda Leonard Cohen katına koymuşum. Müziğinde verdiği derinliği sahnesinde bulamıyorum.
Plaklara gelirsek; seni etkileyen konser albümleri neler?
Bir numaram, The Band’in “The Last Waltz” konseri. Scorsese’nin filminin kötü ve yanlış dublajlı halini eskiden TRT’den çekmiştim, şimdi DVD’sini edindim. Seyretmesi, dinlemesi çok keyifli bir konser. Orda olmayı çok isterdim. Konser aslında bir yerde bitiyor. Fakat seyirci bunları bırakmıyor. Bütün müzisyenler tekrar sahneye gelip çok uzun bir jam session yapıyorlar. DVD’de bir kısmı var: Ses devam ediyor, ama görüntü gidiyor. Ekranda bir yazı çıkıyor: “Film çekme cihazları film çekmek içindir. Böyle saatler süren bir jam session’ı çekmek için değil.” Sahiden de kameralar bir noktada doğal olarak şişiyor ve görüntüler çekilemiyor, jam session kaydedilemiyor. Aynı şey Woodstock konserinde de yaşanmış, hem ses tesisatı, hem kameralar belli bir yerden sonra şişmiş bildiğim kadarıyla.
“Woodstock” sence iyi bir konser albümü mü?
Tabii. Ve çok önemli bir belge. Zaten dünyayı plaklar değil, konserler değiştirdi… Gerçi sonunda hiçbir şeyin dünyayı değiştiremediğini gördük belki. Ama herhalde müzikteki büyük değişimleri insanlara bir manifesto gibi anlatan olaylar olmuş Woodstock ve Isle Of Wight gibi büyük festivaller. O kadar insanın dünya barışı için, en azından Vietnam’daki savaşın bitmesi için toplanması çok önemli. Bir ortak tavır… 80’lerde Live Aid de öyle bir etki yaratmıştı. Başka hiçbir basın kampanyasıyla dikkat çekilemeyecek bir konuya dikkat çekilmişti. Pek çok insan Afrika’daki açlıktan bihaberdi, herkes orada safari yapılıyor falan zannediyordu. Ve Live Aid müziğin de değiştiğini insanlara gösterdi. Madonna’lar kendilerine yer bulurken, ne acıdır ki finalde Bob Dylan ve Stones’un iki gitaristi çıkıp sahnede rezil olarak eski müziğin bittiğinin kanıtı oldular…
Live Aid’in kapısını açan Bangladeş konseriydi, değil mi? Toplumsal açıdan çok önemli bir konser.
Evet, çok mühim bir hareketti. Harrison’ın tam Beatles’dan kopmuş, serseri mayın gibi dolaşır bir haldeyken böyle bir organizasyonun altına girmesi ve altından kalkması çok mühim. Benim için, en iyi ikinci konser albümüdür. Harrison, Clapton, Bob Dylan. 1971’de, Madison Square Garden’da… Üç plaklık bir albümdür “The Concert For Bangla Desh”. Bir yüzde beş şarkılık bir Dylan seti vardır. Dylan’ın katılması son saniyeye kadar kuşkulu. Milletin yüreğine indiriyor. Katılacağı ilan edilmiş, ama bir türlü gelmiyor. “Sattı bizi” diye düşünüyorlar. Tam Dylan’ın sırası geldiğinde George Harrison kulise doğru bakıyor, Dylan’ı elinde gitarla girerken görüyor… Konserin açılışında Ravi Shankar var. Zaten Woodstock’ta da var Ravi Shankar. Dönemin ruhunu tam yansıtan bir şey. Ama Grateful Dead, Creedence Clearwater Revival gibi, onun bölümleri de kaydedilememiş Woodstock’ta.
Artık bütün dünyada yüzlerce yaz festivali, yüzlerce Woodstock var. Ama hepsini toplasan bir Woodstock etmiyor… Galiba artık dünya değişecekse de, konserlerle değişmeyecek.
Dünya değişmeyecek artık. Konserler eskiden en büyük iletişim aracıydı. İletişimin bu kadar arttığı bir dönemde, iletişim hiçbir işe yaramıyor. İletişim fazlalığı iletişimi öldürdü. Ama neyse ki müzik hâlâ var, konserler de var.
Devamı var