Deniz Durukan
Bu söyleşi Hayvan dergisinin 28 Mart 2003 tarihli sayısında yayınlanmıştır.

Senin yolculuğun nereye doğru gidiyor?
Ölüme doğru gidiyor. Yaşlanmaya doğru gidiyor tabii. Yapacağım bir sürü proje var, “Her Zaman Bir Şarkı” albümüm daha yeni çıktı; önümde taslağı hazırlanmış yeni albümler var, yeni kitaplar onları tamamlama derdindeyim. Bununla beraber giderek daha sakin, daha stressiz bir yolculuk arzusundayım.

İnsanlar neden yolculuğa çıkar?
Olduğun yerden daha farklı bir yerde olma arzusu, başka yerlere ulaşma isteği gibi sebeplerden kaynaklanıyor sanırım; uzmanlığım olan bir konu sayılmaz. Daha çok, kendi içimde yolculuklara çıkıyorum. İnsan biraz da kendini aşmak veya geliştirmek için yolculuğa çıkar. Bir sanatçı bunu illa ki yapmalı, farklı boyutları yoklamak zorundadır. Yoksa kitle takipçisi sanatçılarla, oynadığımız lig ortada.

Senin yolculuğa çıkma nedenin müzikle ilgili öyle mi?
Çok farklı yolculuklar yapıyorum aslında. Yazarlıkla ilgili başka bir yolculuk, müzikle ilgili başka, her beş on senede bir kendime başka bir iş edinmem, örneğin mimarlığı doksanların başında bırakıp, dergi ve yayıncılık işleri ile ilgilenmem, yine doksanların ortasında üniversitede öğretmenliğe başlamam ayrı yolculuklar gerektiriyor.

O her yolculukta kendinde farklılaşmayı yaşıyorsundur sanırım.
Her seferinde yeni bir Gökalp oluşturuyorsun. Yazar Gökalp, öğretmen Gökalp, müzisyen Gökalp oluyorsun… Güzel ülkemde al birini vur ötekine…
Bu kişilikler çatışmıyor mu?
Çatışması gerekir zaten; yoksa niye bu çaba? Yaptığın işler kişiliğine de bir süre sonra yansıyor, değişime uğruyorsun. Müzisyenin kişiliği ile yazarın, öğretmenin veya mimarın kişiliği birbirine benzemiyor. Şiirsel bir durum aslında ya da değil, ama hoş bir durum.
Ne gibi farklılıklar oluyor? Ya da nerede ayrılıyor?
Mimarlıkla uğraştığım dönemlerden hatırladığım kadarıyla, mimar Gökalp daha ağırbaşlı, daha sert, daha kesin kararlar verebilen, daha “cool” biriydi. Pek sevmediğim bir kişiliktir bu. O nedenle bu mesleği bırakmaktan mutluyum. Müzisyen Gökalp ise değişimlere daha kolay ayak uydurabilen bir kişiliğe sahip. Daha sosyal, insanlarla iletişime daha açık. Her ne kadar mimarlıkla, müziğin birbirine çok uzak olmadığı öne sürülüyorsa da arada belirgin ayrımlar var. Yazarlık daha da farklı bir kişilik. Yazarın kimseyle doğrudan ilişkisi olması gerekmez. Tek başınadır bu yolculuğunda. Ama müzik ve mimarlık insanı farklı diyaloglara mecbur eden işlerdir. Ekip işidir. Küçük veya ortadan daha yüksek ekipler gerekiyor. Yani iki kişiden fazla iseniz, örneğin üç kişiyseniz büyük bir ekipsinizdir artık. Bir rock grubunun nasıl bir kabus olduğunu bilen bilir. Yazar ise daha bağımsızdır, neredeyse tamamen bireyseldir.
Sanırım bütün bu yolculukların içersinde seni en çok iyi ifade eden müzik.
Maalesef ki öyle. En sevdiğim ve beni tatmin eden yolculuk müzik; en çok vakti, enerjiyi harcadığım, bununla birlikte maddi ve manevi karşılığını alamadığım tek şey müzik. Ama müziksiz de olmuyor, plak firması hayırsız, müzisyen hayırsız, basın ayrı alem… Hepsi birlik olup, sanki güzel ülkemde müzik yapılmasın diye Varşova Paktı oluşturmuşlar. Kolay gelsin hepsine, ne diyeyim…
Bu farklı yolculuklarda değişik yüzler, kişiliklerle karşılaşıyorsun, bir de onların yolculuklarıyla karşılaşıyorsun…
Her gittiğin yerde karşılaştığın kitle bambaşka. Örneğin öğrenciler, genç insanlar neşeli, enerji dolular. Ama bazen bedbaht olanlara da rastlıyorsun, sonuçta farklı bir profil sunuyor bu genç insanlar. Üniversite içersindeki öğretmenler, müzisyen arkadaşlarım hepsi ayrı dünyaya ayrı gözlüklerle bakıyorlar. Öğretmenlik de müzisyenlik de insana gençlerle daha çok birlikte olma ortamı sağlıyor. Bazen gözlükleri atıyoruz ve o anları seviyorum.

Senin kendine dönük içsel yolculuğunun dışında bir başka yere gitme duygusu yani bırakıp gitme duygusundan bahsetsek.
Bu çok sık yaptığım bir şey. Yılın belli zamanlarında sürekli bulunduğum mekandan, şehirden uzaklaşıyorum bir süredir. Daha önce kolay kolay yapamadığım bir şeydi. Bu gidişlerde hep korku ve telaş oluyor. Bu korku bilmemekle ilgili bir şey değil, tam aksine gittiğinde neyle karşılaşacağımı biliyorum. Çünkü bildiğim yerlere gidiyorum. Sebebini tam olarak kestiremediğim bir telaş ve korku bu. Aslında telaşlanacak ve korkacak bir şey yok ya neyse…

Yerleşik düzeni bırakıp gitmekten kaynaklanan bir telaş olabilir mi?
Kim bilir? Aslında hiçbir zaman bir yere ait olma duygusu taşımadım. Aidiyet duygusu yoktur bende. Çok uzun yıllardır İstanbul’da yaşamama karşın, zamanla bir yabancılaşma da yaşıyorsun. Bazen hafızamız bize büyük bir düşman olarak geri dönüyor.

Tam tersi bir durum olmuyor mu hiç. Yani bazen insan gidemiyor. Hayatta kapatamadığın meseleler oluyor.
Olmaz mı, takılıp kaldığın anlar çok oluyor. Dilediğini söylemek, hatta bazen sokaklara çıkıp bağırmak istiyorsun. Ama üzerinde sevimsiz bir baskı oluyor, yapamıyorsun. Bunu politik anlamda söylemiyorum, o ayrı konu. Sıradan hayatın, günlük hayatın baskılarından söz ediyorum. Ama, ben şarkı söylemeyi tercih ediyorum. Yorucu bir tedavi, orası kesin.

Gördüğümüz her nesne, atıyorum bir masa örtüsü, kırık bir bardak, bir çift pabuç… belli bir süre sonra belleğimizde fotoğraflara dönüşüyor. Yani aslında kendi etrafımızda yarattığımız her yolculuk, zihnimize gömülüyor. Sonra onları unutuveriyoruz.
Unutmak aslında çok bildiğiniz ve emin olduğunuz şeylerle ilgili. Buna unutmak demek de yanlış, aslında alışıyorsun o görüntülere. Ve bir süre sonra alıştığın o ayrıntılar, nesneler veya diğerleri fark edilmiyor. Eşin, işin, evin, dostların… Kaybettiklerimiz… Jacques Brel’in şarkısındaki gibi hiç bir şey unutulmaz, sadece alışılır. Rezil biçimde her şeye alışıyoruz. “Her Zaman Bir Şarkı” albümü de unutamama hissini açık ve net olarak dile getiriyor. Hani “Hiç Anmadım” adlı şarkıda “kokunu alırım çok uzaktan” diye bir dize var; ne bileyim “Pişman olacaksın” şarkısı bunun tamamlayıcısı gibi; “Çelişki” şarkısı tipik bir unutamama şarkısı. “Gizli Saatler”, hele ki “Demir Almadan” birer hafıza jimnastiği. Galiba bu konuya fazla takılmışım. Yine de “Her Zaman Bir Şarkı” adlı şarkı, tüm bu hafıza arızalarına karşı son derece iyimser bir öneri vererek bitiyor. İnsanoğlunun en büyük celladı olan bilinçaltı ve vicdan azabına soft bir alternatif işte.