Önce uzayda tek bir nokta vardı. Sonsuz derecede küçük bir noktaydı bu, öyle ki ne kalınlığı vardı ne yüksekliği ne de ağırlığı. Uzayda yerinin neresi olduğunu saptayabiliyor, çok yakınına gidebiliyor, gözle algılayabiliyor ama elle tutamıyorduk. İlk karşımıza çıktığında bizi hayretlere düşüren şey sadeliği yanında kararlılığı oldu. O hep oradaydı. Yerini değiştirmemize de olanak vermiyordu. Zaten tutamadığımız bir nesnenin yerini üfleyerek değiştiremezdik ya. Yerini değiştireceğimize yeni bir nokta aramak daha kolaydı, çünkü dikkatle baktığımızda her yerde onlardan olduğunu gördük. Eğer onun o inatçılığa varan kararlılığı olmasaydı, belki de diğerlerinin varlığından haberdar olamayacaktık. Sonra bu noktanın hemen yanında bir benzerini bulduk (bütün noktalar aynıdır) ve ikisinin arasına bir ip gerdik. Bir çizgi elde ettik. Bu bir doğruydu yani dümdüzdü. İpi biraz gevşettik ve bu kez de bir eğri elde ettik. O günden sonra da yeni bir çizgi türü elde edemedik bir daha . Çizgiyi kesikli yaptık, kırık kırık adeta bir testere dişine benzettik ama olmadı. Testere dişi de bir dizi düz çizgiden oluşuyordu. Kolay yoldan oluşturduğumuz ilk çizgimi uçuşan saçlarımı dizginlemek için alnımın ortasından başlatıp ensemin üzerinden dolaştırıp başlangıç ucuna düğümleyerek ilk çemberimi çizdiğimde, en yakınımızdaki gezegene iki günlük yolumuz kalmıştı. Daha sonra giderek tekdüzeleşen yolculuğumuza biraz renk katmak için eğlenceli bir oyun icat ettik. Boşlukta iki nokta alıyor, ikisinin arasına bir ip gerdikten sonra birini sabit tutup diğerinin sanal ikizini onun etrafında çeviriyorduk. Bu sanal ikizin üzerine tutturduğumuz tebeşirin uzayda bıraktığı iz kusursuz bir çemberdi. İpten bozma sevgili saç bandımın çok daha düzgününü yapabiliyordum. Araya gerilen ip ne kadar uzunsa o ölçüde büyük bir çember oluşuyordu. Çizginin boyunu ölçebiliyorduk ama kalınlığı yoktu, aynı zamanda ağırlığını da ölçmemiz olanaksızdı. Hem artık uzayda iki çizgiyi kesiştirerek bir nokta bulabiliyorduk. Noktalar sandığımızdan da çoktu anlaşılan…
Yıllar geçtikçe işi büyüttük ve uzayda iki çizgi saptadık, ardından bunların arasına bir kumaş gerdik. Artık düz bir yüzeyimiz vardı. Yüzeyin de kolaylıkla ölçülebilen eni ve boyu vardı, üstelik oluşması için en az iki çizgi gerekmesine karşın, kumaşı sonsuz sayıda çizginin arasına da gerebiliyorduk. Halen ağırlığını ölçmemizi sağlayacak bir et kalınlığına sahip değildi ama çok iş görüyordu. Yıldız rüzgarları ile doldurarak, gezegenler arası yolculuklarımızda yelken olarak kullanabiliyorduk. Yüzeyimizi dilediğimiz kumaşla kaplayabiliyor, dilediğimiz bölgelerinde engebeler oluşturabiliyorduk. Hafifçe hatta sonra bolca gevşeterek topladığımız göktaşlarını dünyaya taşımak için balıkçı ağından bozma bir pazar filemiz bile oldu. Kaptan pilotumuz, uzayda rasgele çizilmiş bir çizgiyi ona dik bir başka çizgi boyunca öteleyerek ilginç yüzeyler elde etti. Ondan kopyaladığım yöntemle ben de ipten yaptığım saç tutucumu öteleyip şık bir saç bandına kavuştum. Yolculuk sırasında oyun amacıyla çizdiğim bir diğer irice çemberi kalıp olarak kullanarak bakır ve pirinç alaşımından imal ettiğimiz o ilk siber gongu ve tüm çabalarıma karşın artık adını bile hatırlayamadığım o mini minnacık gezegenin tüm atmosferini dolduran yankılarını hiç unutmayacağım. Denizden çıkmış herhangi bir kaya kadar engebeli komşu gezegenin tüm uçuş ekibine daha cazip gelen yönü, minik metalik gezegenin bir futbol topu kadar düzgün yüzeyinin daha iyi izlenebiliyor olmasıydı. Gerçekten de tüm yüzeyi altıgen ve beşgen biçimli az sayıda düz yüzeyin bir araya gelmesinden oluşmuş gibiydi. Bu garip bir araya geliş sonucu minik gezegen kusursuz bir yuvarlağa benziyordu. Özellikle Her şeye karşın geceleri eksi 15 ile 25 arasına düşen sıcaklık ve çiğden korunmak için, dört adet aynı boyutlara sahip üçgen yüzeyin kenarlarını birbirine bitiştirip ilk çadırımızı yaptık. Bu biçim daha sonraki binyıllarda “tetraheadron” ya da “düzgün dört yüzlü” olarak anılacaktı. Evet olabilecek en az köşe, kenar ve yüzey kullanarak elde edilebilecek ilk 3 boyutlu nesnenin içinde, minik gezegenden gelen davul seslerini dinleyerek aylarca geceledik. Gündüzleri ise yükselen sıcaklık, çalışmalarımızı olumsuz etkiliyordu. Dört kenarı birbirine eşit altı adet yüzeyi birbirine tutturarak bir baraka yaptık. Bu nesneni adı da “düzgün altı yüzlü oldu”. Bir süre sonra onun içinde yaşamaya başladık.

 

Gerek çadırımızın gerekse barakamızın kapıları yoktu. Daha doğrusu böyle bir çabaya gerek görmemiştik, çünkü bunların duvarları birer yüzey olduğu ve yüzeylerin ağırlıkları olmadığı için içeri girerken bir yüzeyi yana çekip sürme kapı gibi açıyor ve sonra yerine oturtuyorduk. İki yüzeyi üst üste kullandığımız da oluyordu ama içi boş ve kütlesi olmayan bu nesnelerin hiç bir yalıtım değeri yoktu. Olacak gibi değildi… Sağa sola çekelerken bazen yüzeylerden biri aniden yok oluyor ya da biçim değiştiriveriyordu. Onca işimizin arasında yeni bir yüzey imal etmek için çizgiler bulmak, aralarında yüzey oluşturmak bezdiriciydi. Hele yardımcı pilotun, yere dik duran dört yarım çemberin (yayın) arasına bir yüzey gererek oluşturduğu dört yanı kesik kubbeyi, barakanın tavanı yerine duvarına monte etmeye çalışması ve bu konuda ısrarlı olması bir ara sinirlerin iyice gerilmesine bile neden oldu. Bunun üzerine herkes parlak bir fikir ortaya attı. Gemi aşçısının buluşu ise hepimizi hayretlere düşürdü. Kalıba serdiği bir santimetre kalınlığında hamurun, piştiği zaman 12 santimetre kalınlığında bir kek olduğunu ve bu yöntemle kalınlığı olmayan bir yüzeyin de yükseklik kazanabileceğini; daha sonra bu dolu kübün içinin çeşitli yöntemlerle oyulabileceğini öne sürdü. Hiç de yabana atılır bir fikir değildi ama barakamızın içi bir malzeme ile dolu olacağına göre ve bu malzemenin pasta hamuru olmasının söz konusu olmaması nedeniyle kafamız da karıştı. Ne de olsa katı bir nesneyi oymak, kıymalı pirinçli kabak dolması hazırlamaya benzemiyordu. Elimizde bir yüzeyle iki başımıza kalmıştık. Herkes gülümser gibi yapıp biraz da dalga geçerek dağılmaya başlamıştı ve geleneksel arkadan fısıldanmalar kulağımıza geliyordu. Bir ara alay konusu olmaya başladığını hissetti ve eli biber değirmenine doğru uzanır gibi olduysa da birden yumruğunu diğer avucunun içine şiddetle vurdu: Bu kez tamamdı. Diğerleri, zorunlu üniversite eğitimini Gözü Rahatsız Etmesin Yeter Sanatlar Akademisi mimarlık fakültesinde yapmış olan aşçımızın yeni önerisini dinlemek için biraz da isteksizce döndüler. Yüzeylere aynı yöntemle ama bu kez az bir kalınlık verip, et kalınlığı olan duvarlar imal edip, bunlara kapı ve pencereler açabileceğimizi söyledi. Daha sonra alaycı bakışların altında ilk denemesini yaptı. Önce eskiden duvar olarak kullandığımız bir yüzeyi yere yatırdı, hemen yanında buna dik bir çizgiyi toprağa dikti. Sonra yüzeyi bu doğru boyunca 20 santim ilerletti. Bir anda et kalınlığı ve kütlesi olan gerçek bir duvar ortaya çıkmıştı. Sonra bir metreye bir metrelik bir yüzey yapıp, bunu da aynı yöntemle ama bu kez 25 santim yükseltti. Daha sonra bu yeni nesneyi alıp duvarın içine ortalarında bir yerlere sapladı ve geri çekti. Duvarda koca bir pencere açılmıştı. Üç kişinin yardımıyla duvarı yerine dikti ve üzerine yanında getirdiği bir tuğla dokusunu kaplayarak render etti.
O diğer duvarlar için de aynı işlemi yaparak barakamızı yeniden inşa ederken, Psikoloji ve Mantık Bilimleri Yüksek Okulu mezunu ve matematik doktoralı kaptanımız hala yüzeylerle oynuyordu. Bana döndü ve “Sen bir gong yapmıştın değil mi?” dedi. Evet yapmıştım, ayrıca çok da gürültü yaptığım söylenmişti. Sözün nereye varacağını kestirebiliyordum. Ben tam da zılgıt yemenin hiç de yeri ve zamanı olmadığını düşünürken kaptan: “Gongun benzeri ama dikdörtgen bir duvar yapar mısın?” dedi. Serin bir akşam esintisi hissettim. Hemen işe koyuldum ve bir kaç saniye içinde yerde uçları birbirine kaynaklı dört adet çizgi yatıyordu. Kaptan, bunun içine pencere boyutlarında daha küçük bir dikdörtgen çizmemi istedi. İşini henüz bitirmiş olan aşçıyı çağırıp, iç içe iki dikdörtgenin arasına katı duvar hamuru dökerek bunu az önce uyguladığı yöntemle duvar kesiti kadar kalınlaştırmasını istedi. Bir anda penceresi de içinde önceden açılmış gerçek bir duvarımız olmuştu. Artık iki hatta üç değişik yöntemimiz olmuştu. Hevesle yeni barakalar yapmaya koyulduk.
Ancak bu sevincimiz uzun sürmedi. Bu özetin nedeni baraka yapma işinin uzun sürmesiydi. Herkesin aklında aşçıbaşı gibi aklı başında bitmiş bir tasarım olmadığı için, baraka yapımı bıktırıcı bir yap-boz halini almıştı. Ya duvarlar birbirini tutmuyor ya iri yarı koruma sorumlusu açtığı kapı deliğinden geçemiyor ya da zarif haberleşme uzmanının boyu, yerde iken ilerisini düşünmeden açtığı pencereye yetişemiyordu. Her seferinde de ya duvar baştan imal ediliyor ya katı nesneler birbirine eklenip çıkartılıyor ya da çaresizlikle karışık asabi söylenmeler aşçıbaşının kulaklarını çınlatıyordu. Çekine çekine haberleşme uzmanının yanına gittim. Yardımcı olamama izin verir mi diye sordum. Ağlamaklı gözlerle mağarada yaşamanın daha insanca olduğu, bu işleri başlarına çıkartanın ben olduğumu, bu yöntemin hiç de zaman kazancı ve kalite getirmediğini söyledi. Ayrıca her ne kadar konuyla ilgisi yoksa da benim, evrenin en gürültücü yaratıklarından biri olduğum konusunda kaptanla aynı fikirde olduğunu da “sözlerine ekledi”. Gerçekten çok sinirlenmişti ama gürültücülüğüme ilişkin bu saatten sonra yapabileceğim bir şey yoktu. Oysa tahmin edeceğiniz konuda büyük olasılıkla son şansımı kullanmakta olmam nedeniyle, ona barakasını tasarlarken yardımcı olacak bir yöntem önerebilirdim. Çok basit (gelin de bana sorun!)! Bunu neden daha önce akıl edememiştim? Duvarlar henüz yerdeyken, tüm geometrik ölçülerine birer isim verdik ve ilgili noktalara atama yaptık. Yani tüm kenarlara, boşluklara, boşlukların diğer kenarlardan uzaklıklarına, kısaca tümüne.

Sonra bu isimlendirilmiş ölçülerin üzerinde dilediğimizce oynamaya başladık. Böylece tüm duvar yüksekliklerini ve karşılıklı kenarları, ilgili parametrelerini vererek birbirine uyumlu hale getirdik. Hatta bunların tümünün paralellik ve dik açılı olma özelliklerini önceden tanımladığımız için, onlar kendi kendilerine gerekli düzenlemeleri yaptılar. Pencerelerin yerlerini de parametreleri değiştirerek ayarladık. Bu arada özellikle Dünya gezegeninin gelmiş geçmiş en büyük tasarımcısı Fransız mimar Le Corbusier’nin yeminli hayranlarından olan aşçıbaşı da yanımıza gelerek, Modulor boyutsal koordinasyonu ilkelerine ilişkin kısa bir söylev vermekten geri kalmadı. Onun önerilerini dikkate alarak, aşırı eğimli bir bölgede dünya tatlısı haberleşme uzmanına parametrik olarak inşa ettiğimiz barakanın da Le Corbusier’nin gezegeninde Villa Savoye adıyla bilindiğini kulağıma fısıldadı. Aynı pişkinlik içinde haberleşme sorumlusunun yardımcısına, futbol sahası kadar büyük ve düz bir alana Dünya’lı mimar Frank Lloyd Wright’ın Şelale Evi’ni parametrik olarak inşa ettirdiğinde, yüzündeki dalga geçer ifadeyi hiç unutmayacağım.
Ben de son olarak kendime bir siber davul yapmaya karar verdim. Önce ince ve uçları kaynaklı bir dikdörtgen yaptım, biraz açığına uzunlamasına kenarına paralel bir çizgi yerleştirdim. Ardından bu son çizgiyi eksen kabul ederek dikdörtgenimi onun etrafında tam tur çevirdim. Siber davulun gövdesi ortaya çıkmıştı: Kocaman bir silindir! Her iki ağzı kapatacak iki adet dairesel yüzeyi ve bu davul derilerini gerecek kasnak çemberlerini de kolaylıkla oluşturdum. Aynı işlemi eğri bir nesneye de uygulayarak irice bir tumba (conga) yaptım. Çalgı aletlerini evine süs diye koyanlardan hiç hoşlanmadığım için derhal uygulamaya geçtim. Ekibimiz günün yorgunluğu ile çoktan yatmış ve uyumaya çalışıyordu. Çalışıyordu diyorum, çünkü başaramıyorlardı ve saatlerdir ben, kaptan ve aşçıbaşı yeni davullarımızın üzerinde ellerimizi paralayarak, gezegenin en uzak köşelerinden bile gelen yakınma mesajlarını göz ardı ederekten, inanılmaz bir gürültü çıkartıyorduk.

Gökalp Baykal